Yıllardır ülkenin üzerinde kara bir gölge gibi uzanan terör bitecekse ve herkesin dilediği kimlikle bir endişe duymadan yaşayabileceği bir toplum olacaksak çözüm kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. Çözüm aynı zamanda Türkiye’ye yakışan müşterek bir kararın adıdır.
Eski Türkiye ile Yeni Türkiye arasındaki bu kanlı köprü yıkılmak zorundadır. Zira, o köprüden taşınanlar Türkler için de Kürtler için de acıdan başka bir şey değildir.
Son dönemde atılan adımlar böyle bir ülkeye ulaşmaya her zamankinden daha yakın olduğumuzu gösteriyor. İyi işaretler var; iyimser bir atmosfer var...
Hepsinden önemlisi sokaktaki insanda güçlü bir iyimserlik duygusu var.
Endişe de var ki bu da iyi bir duygudur. İnsanlar, taviz verileceğinden veya bir şeyleri kaybedeceklerinden değil tam tersine sürecin provokasyonlarla geri dönmesinden endişe ediyor. Kimse, bir daha kan dökülmesini, şehitleri, kayıpları yaşamak istemiyor.
Çözümün sermayesi de bu iyimserlik ve endişedir.
Şunu unutmayalım...
Türkiye çözüme ulaştıktan sonra da bunu korumak için çaba göstermek zorunda kalacaktır. Barışı korumak, nesiller boyunca büyüyen kin ve nefret dilini, araya giren kanı yeni bir çatışma vesilesi yapmamak bir olgunluk sınavı olacaktır.
Muhtemeldir ki bugün nasıl süreci engellemek için provokasyonlar yapılıyorsa, yarın da devam edecektir.
Ne içeride şahinler ne dışarıda bu sorunu kullanan unsurlar Türkiye’nin bu problemden kurtulmasına seyirci kalmayacaklardır.
Ama yine de açıklıkla şunu söyleyebiliriz. Türkiye, bu meselede artık provokasyonlarla soğukkanlılığını kaybetme aşamasını geçmiştir. Bu evre büyük ölçüde atlatılmıştır.
Türkler ve Kürtler birbirlerine saygılarını kaybetmediği müddetçe artık çözüm yolunun tıkamak mümkün değildir.
Bunun da temin edecek İmralı’da Öcalan’la görüşen MİT Müsteşarı değildir.
Çözümü arzulayan toplum karşısındakinden bir arada yaşamanın gerektirdiği saygıyı da esirgememelidir. Türkler Kürtlere, Kürtler Türklere saygı göstermek zorundadır. Çözüm sürecini engelleyecek en büyük provokasyon bu insani ilişkinin kaybedilmesi olur.
Silahın kime ne kazandırdığını, ne kazandırmadığını, ne kazandırabileceğini, ne kazandıramayacağını artık herkes iyi biliyor.
Diyarbakır’ın verdiği son resim PKK’nın elindeki silahın Kürtlerin onuru değil acısı olduğunu anlatıyor. Türkiye’nin o fotoğrafa verdiği değer de bu toplumun çözüm için kendisini ne kadar çabuk geliştirebileceğini gösteriyor.
Bu meslekte bir kayıp ancak Birand kadar acı olabilir
Lafın gelişi değil, Mehmet Ali Birand’ın ölümü gerçekten büyük ve yeri doldurulamayacak bir kayıptır. Lafın gelişi değil, gerçekten evrensel standartta usta bir gazeteci aramızdan ayrıldı. Üzüntümüz büyüktür.
İnsanı komplekse sokacak kadar çalışkan, titiz ve enerjik bir gazeteci ağabeyimizdi. Özellikle kansere yakalandığını öğrendiği dönemde daha da yakınlaşmıştık. O’nun hastalıkla nasıl yüzleştiğini ve nasıl hiçbirşey olmamış gibi sonuna kadar gitme mücadelesi verdiğinin bir parça şahidiyim. 1.5 yıl önce kadardı... Londra’da uzun uzun yürümüş ve yakında geleceğini bildiği ölümü konuşmuştuk. Hem tevekkülü hem de azmi hayranlık vericiydi.
“Ne yapabilirim Mustafa. Sonuna kadar çalışacağım... Ameliyat olursam 3 yıl yaşarım, olmazsan belli değil” demişti.
Ameliyat oldu. Biz daha uzun yıllar birlikte olmayı umuyorduk ama ne yazık ki 3 yılı da tamamlayamadı. Çünkü bu kez kalbi, yorgun bedenine en ağır darbeyi beklenmedik bir anda indirdi.
Ölümünden sonra televizyon ekranlarına, gazete sayfalarına nasıl hükmettiğini gördünüz. Cenazesindeki sevgi bir başka gazeteciye nasip olmayacak kadar içten ve keder doluydu. Sadece bunlar bile nasıl büyük bir değeri ve iyi bir insanı kaybettiğimizi anlatıyor zaten...
Birand’ı özleyeceğiz. Allah rahmet eylesin.
Miroğlu bir dönemin üzerindeki kara örtüyü kaldırıyor
Türkiye’nin önde gelen aydınlarından Musa Anter’in Diyarbakır’da öldürüldüğü 20 Eylül 1992 akşamı yanında Orhan Miroğlu da vardı. Cinayeti Ankara’dan alınan talimatla JİTEM planlamıştı... Anter bir “arabulucuk” vazifesi bahanesiyle kendisine yaklaşan
Hamit Yıldırım’la yola çıkarken o akşam evine misafir olacağı Orhan Miroğlu’nu da yanına almıştı. Hamit Yıldırım, Anter’i Silvan yolunda aralarında Yeşil, Abdülkadir Aygan ve Hogır (Cemil Işık)’ın bulunduğu JİTEM ekibine teslim edecekti. Yolda paniğe kapılarak Anter ve Miroğlu’na kurşun yağdırdı. Anter hayatını kaybederken Miroğlu aylar süren bir ölüm-kalım mücadelesinden sonra hayata dönebildi. Musa Anter’in son sözü, “Allah rızası için beni hastaneye götürün” oldu. Eğer plan tutsaydı ve Hamit Yıldırım ikisini JİTEM’e teslim etseydi muhtemelen Miroğlu da bugün yaşamıyor olacaktı...
Orhan Miroğlu, bu cinayeti yeni yayınlanan Kuşatmadan İnfaza Musa Anter Cinayeti kitabında bütün ayrıntılarıyla anlatıyor. Bu kitapta sadece cinayetin öyküsü yok. Daha fazlası var ve bu fazlalar çok daha önemli. JİTEM’in faaliyetleri, tetikçi devşirme yöntemleri, PKK ile ilişkiler, o dönemin devletinin faili meçhullere himaye düzeni, PKK’nın iç infaz sistemi, solun çelişkileri vs. Kitap, bir dönemi anlamak için benzersiz bir kılavuz niteliğinde...
Miroğlu, profesyonel bir araştırmacı titizliği ve güçlü ifade kabiliyetini bir araya getirerek Türkiye’nin yakın tarihi üzerindeki karanlık örtüyü ustaca kaldırıyor. Derin Türkiye’yi, Kürt meselesini ve PKK’yı anlamak isteyenler için mutlaka okunması gereken bir eser. (Everest Yayınları)