Başbakan Tayyip Erdoğan, önceki gün atv’de gazetecilerin sorularını cevaplandırırken Türkiye’nin temel sorunları konusunda önemli mesajlar verdi. Bunlardan iki tanesi var ki son derece önemli. Birincisi, CHP’nin Kürt sorunu konusunda getirdiği yöntem önerilerine yaklaşımı, ikincisi ise Özel Yetkili Mahkemelerle ilgili değerlendirmesi.
CHP’nin, ilk kez tarihsel yasakçı misyonunun dışına çıkarak, Kürt sorunu konusunda yeni yöntem önerileriyle Başbakan Erdoğan’a gitmesi elbette çok önemli bir adım. Bu siyasi bir taktik midir, yoksa gerçekten sorunun çözümüne ilişkin ciddi bir siyasi irade beyanı mıdır, bunu önümüzdeki günlerde göreceğiz.
Ancak, CHP’nin Başbakan’a götürdüğü öneri metninde yer alan, “Güvenlik eksenli politikaların Kürt meselesini çözemediği acı tecrübelerle aşikâr hale gelmiştir. Başka seçeneklerin hayata geçirilmesi, ertelenemeyecek bir ihtiyaç olarak önümüzde durmaktır” şeklindeki ifadelerin altı dikkatle çizilmelidir.
Buradan anladığımız şudur; CHP geçmişte,CHP+ordu+yargı şeklinde formüle edilen devletçi ve yasakçı eksenden umudunu kesmiştir. Kısacası, siyaset üretmeden, siyaset yapmanın mümkün olmadığını görmüştür.
“Yeni Türkiye”nin oluşmasında öncü rol üslenen Başbakan Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nun yeni Türkiye’nin yeni siyaset diline talip olmasından son derece memnundur. CHP, Kürt sorununun çözümü konusunda ciddi öneriler getirmemesine rağmen, Erdoğan bu iyi niyet yaklaşımına karşı yüreklendirici, teşvik edici bir tavır sergilemiştir.
Gelelim, Özel Yetkili Mahkemelerle ilgili değerlendirmesine. Hepimiz biliyoruz ki, bu mahkemeler Türkiye’nin terörle mücadele sürecinin bir parçası olarak kurulmuştur.
Kabul etmek gerekiyor ki, Özel Yetkili Mahkemeler özellikle Ergenekon ve darbe girişimleri konusunda çok önemli bir işlevi yerine getirdiler. Türkiye’nin demokratikleşmesinde ve normalleşmesinde yargının oynadığı rolün altını özellikle çizmeliyiz.
Ancak, Özel Yetkili savcılara verilen bu olağanüstü yetkiler, özellikle MİT krizinde bir güç savaşının aracı haline dönüşünce siyasi iradeye karşı yeni bir tehdit algılaması ortaya çıkmış oldu.
Daha da açık ifade etmek gerekirse, 7 Şubat’ta savcıların MİT Başkanı Hakan Fidan’ı “şüpheli” sıfatıyla ifadeye çağırmaları, siyasi iradeye karşı bir darbe girişimiydi. Yani, Türkiye’nin normalleşmesinin tam olarak farkında olmayan bir kısım yargı unsurları, iktidarın terörle mücadele politikalarını beğenmedikleri için bir bakıma kurtarıcı pozisyonuna soyunmuşlardı.
Nitekim Başbakan Erdoğan, “7 Şubat darbesi” konusunda Çarşamba akşamı herkesin anlayabileceği bir netlikte aynen şunları söyledi: “Yargı yasayı bir kenara koyup yürütmenin alanına girdi. Hangi şartlarda MİT müsteşarını çağırabileceğiniz belli. Şüpheli sıfatıyla çağırdığınızda bir defa her şey altüst olur. Devletin işleyişine burada çomak sokuluyor. Bu çizmeyi aşan bir şey oldu. Eğer alacaksanız o zaman beni alın. Çünkü talimatı veren benim.”
MİT krizi sürecinde esas göz ardı edilen, asıl iradenin seçilmişlere ait olduğu, yetkilerini aşırı bir yorumla abartanların ise memur olduklarını görmek istememeleridir.
Maalesef bugün geldiğimiz noktadan baktığımızda, 7 Şubat’ın, Türkiye’ye dair küresel ve bölgesel aktörlerin arayıp da bulamayacakları bir imkânı sağladığını görebiliyoruz.
İşte şimdi, Cumhuriyet tarihinin en güçlü hükümeti olan AK Parti iktidarı, yargıdaki bazı ‘istisnai durumlara’ çekidüzen vermek üzere yeni bir düzenlemeye hazırlanıyor. 4. Yargı Paketi, bu konuda önemli bir adım olacak.
Bu arada, 250. Madde ile ilgili düzenlemenin, Ergenekoncuları, darbecileri salıvermeyi amaçladığı şeklindeki haber ve yorumlar, çok açık bir propagandadır. Doğrusu ne yalan söyleyeyim, ses kayıtlarıyla köpürtülen haberlerin ciddiyetinden kuşku duyuyorum.
Bir kere, AK Parti iktidarının, kendisine karşı darbe girişiminde bulunmuş ve bu yüzden de yargılanmakta olan kişileri affedeceğini söylemek, en açık ifadesiyle abesle iştigaldir.