1980 Eylûlü’nde başlayıp 8 yıl devam eden, iki taraftan 1 milyona yakın insanı ve Müslüman dünyasının hemen bütün zenginliklerini eriten, hattâ tarafların bir günde bazân 10 bine yakın asker bile kaybettiği korkunç İran-Irak Savaşı’nın son demlerinde, Saddam Irakı’nın nefesinin artık yetmediği ve savaşı sürdürmesinin artık imkânsız hâle geldiğinin anlaşıldığı günlerde..
Amerikan emperyalizmi, önce Basra’nın körfeze açılan Fav Yarımadası’ndaki İran güçlerine karşı, -uluslararası savaş hukuku kurallarına göre yasak olan- ‘napalm bombaları’ kullanarak İran’ın yüzlerce askerini yakıp kavurduktan sonra.. Bir de Dubai’ye gitmekte olan bir İran yolcu uçağını ‘Savaş uşağı zannettik..’ diyerek vurup, 307 yolcusuyla Körfez’e gömdüğü daha bir büyük buhranlı günlerde...
İran’ın buna nasıl tepki vereceği bilinmiyor ve korkulu bir bekleyiş başlamış bulunuyordu.
İran’ın -ulemâ, mülkî ve askerî erkân’dan oluşan- Yüksek Güvenlik Kurulu, üç gün boyunca nasıl bir tepki verileceğini tartışıp durdular ve bir neticeye varamadılar.
Refsencâni, sonunda İmam Khomeynî’ye hitaben dedi ki: ‘Önümüzde iki yol var:Ya, Amerika’ya karşılık verip savaşa devam edeceğiz. O zaman, İran’ın kocaman bir Kerbelâ’ya dönüşmesi ihtimali de var..
Ya da, Hz. Peygamber (S)’in (Mekke’ye gönderdiği Hz. Osman ve yanındakilerin öldürüldüğü haberinden sonra, Mekke müşrikleriyle savaşmak için yola çıktığı sırada, müşriklerin, ‘görüşme’ istemeleri üzerine) müşriklerle imzaladığı Hudeybiye Musalehesi / Sulh Anlaşması’ gibi bir anlaşma yolu.. (Ki, o anlaşma, üstelik de Müslümanlara ağır gelen çok sert maddeleri de içeriyordu.)
Ben de, şimdi Hudeybiyeşartlarının bizim için de oluştuğuna inanıyorum.
Ama, savaşı başlatan Saddam olduğuna için, zât-ı âliniz, ‘Zafere kadar devam edeceğiz.’dediniz. Ben ise, diyorum ki, ‘Savaş Komutanı’olarak, BM. Güvenlik Konseyi’nin 598 sayılı ‘Ateş-kes Kararnamesi’ni imzalarım ve bu imza, İran’ı bağlar; siz de beni iç hukuka göre yetkisiz hareket ettiğim gerekçesiyle cezalandırırsınız.. Ben buna da hazırım..’
***
Bunun üzerine İmam Khomeynî, bir kağıt-kalem isteyip, Hükûmet’e, ‘BM’nin Ateş-Kes kararını kabul ettiğimizin BM. Gen. Sekreteri’ne bildirilmesi’ hükmünü yazar ve sonra da, ‘Zehir kadehini başıma dikiyorum’ dediği ünlü açıklamasını yapar.
Saddamki, o zamana kadar konuşmalarında, devamlı, ‘Khomeynî-yi cellâd..’ derken, bu ifadesini değiştiriyor ve ‘Ey Şa’b-ul’Irak.. Seyyid Khomeynî’ye zehir kadehini içirttiniz.. Bu bizim zaferimiz ve şenlik yapmak sizin hakkınız..’ diyordu.
***
Bugün ise.. Benzer şartları olan Hudeybiye kıyası yerine, başka bir cevap verme yöntemi tercih edildi.. Suleymanî ise, böyle bir benzerlik olmadığını söyleyerek, öyle bir benzerlik kuranları ağır şekilde suçluyordu.
Bu yüzden, Trump, özellikle son aylarda, İran’ı devamlı tehdit ederken, bir taraftan da müzakere çağrısını tekrarlarken, İran da karşı tehditlerini sürdürüyordu.
Suleymanî de,hele de Irak’da ‘Haşd-i Şa’bî’ denilen ve İran’daki ‘şiâ itiqadî liderliği’nin emriyle ve 3 sene öncelerde ‘şiî vurucu gücü’nü oluşturduktan sonra eylemlerine daha bir hız vermişti.
***
Suleymanî, tekrar edelim, sıradan bir kumandan değildi. İran Genelkurmay Başkanı’nın da emrinde olmayan, sınırlar ve ülkeler ötesi bir kişi idi. O, sadece şiî Müslümanlar arasında kısmen itibar edilse bile, İran resmî söyleminde, ‘Veli-yy-i Emr-i Muslimîyn-i Cihân’ olarak anılan Seyyid Ali Khameneî’nin içerde ve dışarda ordu-dışı bir operasyon elemanı olarak bütün coğrafyalardaki güç mevzilerinde etkiliydi. Ve bütün o güçleri, İslâm’ın tek doğru yorumu olarak kabul edilen şiâ anlayışının en üst komutanı olarak idare ediyordu. Nitekim, Lübnan da Hizbullah, Yemen’de Ensarullah, ve Irak’da Haşd-i Şa’bî gibi güç odakları ile Ali Khameneî arasındaki en üst bağlantı kişisiydi. Bu güçler de Khameneî’nin emrini aynen uygulamayı şer’î bir vazife bilerek, gözüpek veya gözükara hareket ederler. Suleymanî de böyle birisiydi.
O, Amerikan Başkanı Trump’ın, dünya siyasetini tıpkı bir ‘kumarhane işletmecisi’ gibi yönlendirmeye çalıştığını söylüyordu.
Ki, Trump’ın sergilediği tablo da gerçekten de başka bir şey değildir. Nitekim, son olarak, Irak Meclisi’nin Amerikan güçlerinin Irak’tan çıkması yönünde aldığı karara onun verdiği cevap, tam da bir ‘kumarhane işleticisi’nin sözü gibiydi. Çünkü, işgal ettikleri Irak’a sanki davetle gelmişler gibi, ‘Orada yaptığımız ağır harcamaları öderseniz çıkarız..’ diyor ve ‘Irak’tan çıktığımız gün, Irak için daha bir felâket olacaktır..’ diye tehdidini de sürdürerek..
***
Suleymanî, Usâme bin Laden veya Ebubekr el’Bağdadî’nin şiî versiyonu gibiydi.. Bu bazılarının zannettiği gibi bir övgü veyasövgü lafı değildir; bir tahlilî tesbittir. Nitekim, Bu vesileyle ekleyeyim ki, ‘fakir’, hele de Bağdadî’nin mücadele yöntemini İslamî açıdan problemli ve kabul edilemez görmüştür; ama, onun kalbindeki asıl niyeti konusunda teyid veya inkâr edici mahiyette bir söz söylememiştir. Amerika veya başka düşmanları şöyle dedi diye aynı lafları tekrarlamam. Aksi halde, kalplerde olanı okumaya kalkışmak olur.
Şu noktayı da ekleyelim ki.. İran’ın 1982’den 98’lere kadar 16-7 yıl Dışişleri Bakanlığı’nı yürüten ve hâlen de Khameneî’nin ‘dışsiyaset’ başdanışmanı olan Ali Ekber Velâyet’i evvelki gün, ‘Eğer Suleymanî olmasaydı, Bağdad IŞİD /DEAŞ’ın eline geçmişti. Eğer Suleymanî olmasaydı, Şâm, ‘selefî’lerin eline geçmişti. O ayrıca Putin’in en güvendiği bir isimlerden birisi olduğu için, İran ve Rusya arasındaki ittifak oluşturulabildi..’ diyordu.Bağdad veŞâm için söylenenler tartışılsa bile, onunRusya-İran münasebetlerindeki rolü ve Rusya’nın 50 yıldır kovulduğu Ortadoğu’ya en güçlü şekliyle dönmesinin baş mimârı daSuleymanî idi. İran’da baştaAli Khameneî olmak üzere, şiî Müslüman halkın milyonlar halinde ona ağlaması boşuna değildi...
***
İran makamları, halkın bu ağlayışını ve intikam duygularını boşa çıkarmamak için; Amerika da, İran’ın gazını almak için, İran’dan Irak’daki Amerikan üslerine atılan füzelerin Amerikan askerlerinin kaybına yol açmayacak şekilde, üslerin ve yerleşim birimlerinin yakınlarına düşürülmüş olması ihtimali de gözönünde bulundurulmalıdır.
***
Bir diğer nokta. Hattâ okumuş kesimler arasında bile dolaştırılan bir iddia da, ‘İran hiç kâfirlerle savaşmadı, hep Müslümanlarla savaştı’ iddiası..
En büyük darbeyi tarihte İran da tıpkı Osmanlı gibi Rusya’dan yedi. Ayrıca, Portekiz’le güney İran’da ve İngilizlerle Hindistanda ve yine Güney İran’da yıllarca süren Tengistan savaşları bilinmeyince, yok sayılması komik olmuyor mu?
Hepimize, Mâide-8’den bir ilâhî ihtar:‘Bir kavme, topluma kininiz sizi adâletsizliğe sevk etmesin..’