Bu işi en iyi Amerikalılar biliyor, ama bizler de durumdan sonuç çıkarabilecek kadar yakın gözlemcisiyiz: Savaş açmak çok kolay, savaşı sona erdirmek çok zordur.
El-Kaide örgütünün Afrika’daki ABD diplomatik hedeflerine bombalı saldırıları sonrası Bill Clinton’un başlattığı savaş hâlâ hızını kesmedi; Barack Obama gelecek yıl askerlerini çekmeyi planlıyor Afganistan’dan...
Kimbilir kaç bin kişi arada hayatını kaybetti; savaş için Batı tarafından savaşa harcanan para Afganistan’ın kalkınmasına gitseydi, ülke bugünkünden çok farklı olabilirdi...
11 Eylül (2001) saldırıları sonrasında ABD kendisine Irak’ı hedef olarak seçti ve savaşarak ülkeyi demokratikleştirme yöntemini benimsedi. Geçen yılın sonunda askerlerini çekene kadar beş binden fazla ‘Johnny’ orada can verdi; savaşa harcanan kaynağın iki trilyon dolardan fazla olduğu hesaplanıyor. Bir milyon Iraklı’nın hayatını kaybettiği, dört milyon Iraklı’nın ülkeden göç ettiği hesaba katılmıyor bile...
Onbin kilometre öteden gelerek açtığı savaşlardan yakayı kurtarmayı bildi, biliyor Amerika; ancak hem Afganistan hem de Irak Türkiye için birer ciddi sorun olmaya devam ediyor.
Savaş için küçük bir kışkırtma, basit bir bahane yetiyor; tabii bir de kendisini sivil Napoleon gören Bush gibi bir politikacı ile onun etrafını saran Neo-Conlar türü farklı gündemlerin takipçisi çılgınlar...
Bunları ben sizlere neden hatırlatma ihtiyacı duyuyorum ki? Almanlar’ın üç gemilerini bir gecede Osmanlı donanmasına ait hale getirmesi ve Karadeniz’e gönderip Rusya tarafına top ateşi açmasıyla itildiğimiz Birinci Dünya Savaşı’nda imparatorluğunu kaybeden bir milletiz; Afganistan ve Irak örnekleri gerekli değil bizim için...
Irak batağına düşürecek oyuna gelmeyen Türkiye, kendisini Suriye batağına düşürmeyi amaçlayan oldu-bittilere gelecek değildir; gelmemelidir.
Gariplik hemen sırıtıyor: ‘Arap Baharı’ Suriye’ye de sıçrayıp Baas rejimi halkın üzerine açtığı ateşle bu gelişmeye cevap verdiğinde hemen bütün ülkeler tepki göstermişken, dert şimdilerde yalnızca Türkiye’nin sırtına kalmış görünüyor. BM sureta konuyla ilgileniyor. Libya’da ‘savaş gücü’ olarak devreye giren NATO, üyesi Türkiye’yi tehdit eden gelişmeleri ara sıra başını çıkartıp ayıplamakla yetiniyor.
Hepsinin beklentisi aynı: Türkiye’nin tek başına sorumluluk üstlenmesi...
Daha tuhafı, Suriye’deki Baas rejiminin de benzer bir beklentiye sahip olması... Urfa/Akçakale’ye açılan topçu ateşi ilk kışkırtıcı eylem değil; daha önce de Ankara’ya birkaç kez “Gel, gel” işareti çekmişti Şam yönetimi...
Neden? Çünkü savaşan iki taraf da Suriyeli olduğu sürece Şam yönetimi için bu ilânihaye sürdürülebilir bir durum değildir. Baas yönetiminin bütün istediği, topraklarına ‘işgalci’ diye tanımlayabileceği yabancı bir gücün müdahale etmesidir. O zaman yaptığı zulmü, halkının üzerine ateş yağdırmasını mazur gösterecek bir gerekçe elde etmiş olacak; savaşı ‘iç savaş’ olmaktan çıkarıp içeriye ve dışarıya ‘milli direniş hareketi’ olarak takdim edebilecek...
Bu oyuna gelir mi Türkiye? 2071 perspektifini önemsiyor ve geçmişten ders almayı biliyorsak gelmez...