Suriye’nin bir Türk jetini vurup düşürmesi, elbette büyük olay.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun dünkü açıklamaları, uçağımızın uluslararası sularda vurulduğunu ve öncesinde Suriye tarafından uyarılmadığını gösteriyor. Bu ise, Suriye kanadındaki açık bir düşmanlığın ifadesi.
Nitekim Suriye resmi görüşünün Türk basınındaki en istikrarlı temsilcisi sayabileceğimiz Akşam gazetesi yazarı Hüsnü Mahalli de, “Uçak hikayesi” başlıklı dünkü yazısını, olayı bir hata olarak tasvir etmek yerine, Şam rejiminin Türkiye düşmanlığının sebeplerini sıralayıp haklı göstermeye odaklamış.
Peki bu olağanüstü olay karşısında Türkiye’nin ne yapması lazım?
Yapılması gereken, elbette Suriye’ye savaş ilan etmek değil. Çünkü, daha önce de bu sütunda yazdığım gibi, Şam rejiminin tüm vahşetine rağmen, bu ülkeye karşı savaşa girmek Türkiye için çok riskli olur. Yaşanacak can kayıpları ve yıkım bir yana, Türkiye’nin tüm Ortadoğu’da olumlu karşılanan “yumuşak gücüne” gölge düşürür.
Ancak bu, uçak olayının sineye çekilmesi gerektiği anlamına gelmiyor. Nitekim hükümetin tavrı da o yönde değil.
Peki sineye çekilmeyip ne yapılacak?
Bence doğrusu meseleyi uluslararası plana taşımaktır ki, hükümetin NATO’yu olağanüstü toplantıya çağırması, bu yönde atılmış doğru bir adımdır.
Zaten, benim Suriye konusunda baştan beri savunduğum çizgi, “Suriye ile savaşa girmek” değil, “Şam rejimine karşı uluslararası baskıya öncülük etmek”tir. Bu baskının daha önce Libya’da olduğu gibi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararıyla rejime yönelik bir “havadan müdahale”ye dönüşmesini de baştan beridir savunuyorum. Ancak hem Rusya’nın Şam rejimine arka çıkması hem de Suriye’deki çatışmanın karmaşık niteliği, Libya tipi bir müdahaleyi şimdiye dek imkansız kıldı.
Edilgen zihniyet
Peki ama ya tüm bunlar Suriye’nin “anti-emperyalist” rejimine yönelik beynelmilel bir komplonun parçalarıysa? Ya Türkiye, Batılı güçlerin “dümen suyuna” girmiş durumda “savaşa sürükleniyor” ise?
Türkiye’de Suriye krizini baştan beridir böyle okuyanlar var. Bunların başını “ulusalcılar” olarak bilinen cenahın çekiyor olması da şaşırtıcı değil.
Şaşırtıcı olan, söz konusu ulusalcı zihniyetin, bazı İslamcı kalemleri de etkisi altına almış olması. Bunlar, “Batı karşıtlığı”nı dünya görüşlerinin temel ilkesi haline getirdikleri için (daha doğrusu Batı neye “ak” derse ona “kara” demeyi “ilke” belledikleri için) Şam rejiminin Amerika ve İsrail karşıtı söyleminden etkileniyorlar. Dolayısıyla da bu rejim binlerce çocuk ve bebek bile boğazlasa bile tepki göstermiyor, bu vahşetlerden ziyade bunları dile getirenlerden “işkilleniyor”lar.
Bu “kafa” ile 90’lı yılların Boşnak kasabı Miloseviç’i de desteklemek gerekirdi. Çünkü söz konusu Sırp haydutu da koyu anti-Amerikandı ve bugün Esad’ın yaptığı gibi Rus gücüne dayanarak yapıyordu katliamlarını. (Nitekim tam da bu sebeple Türk ulusalcılarından destek bulmuştu o zamanlar.)
Suriye yorumlarında öne çıkan bir diğer yaygın “Türk sorunu” ise, krizi sürekli olarak Türkiye’nin başına örülmeye çalışılan bir çorap olarak algılamak. Konuyu sürekli olarak “nereye sürükleniyoruz?” gibi edilgen sorularla tartışmak, bunun bir göstergesi.
Oysa uluslararası arena, düvel-i muazzamanın yönettiği bir satranç tahtası değil artık. Türkiye de önemsiz bir piyon ve etkisiz bir eleman değil. Bunu milletçe anlamamız ve paranoya krizleri ile özgüven patlamaları arasında gidip gelmek yerine daha sakin ve analitik düşünmeyi öğrenmemiz gerekiyor.