Her savaşın esnâfı vardır. Bunlar, şu veyâ bu şekilde o savaşdan maddî çıkar sağlayan kimselerdir.
Eğer bir durumdan kazanç, hem de genellikle aşırı derecede kazanç sağlıyorsanız o durumun devâm etmesini istemeniz normaldir. Değiştirmek isteyenlere düşman gözüyle bakmanız da insan tabiatına uygun bir tutum olur.
Tuhafdır ki ahlâkî tavır ve davranışlar umûmiyetle insan tabiatına en yatkın olanlar değildir.
Bir savaşdan kazanç sağlayanlar elbet o kazancın sayısız insan hayâtına mâlolduğunu pek akıllarına getirmek istemezler; en azından ben öyle sanıyorum. Öyle ya, mütemâdiyen paramparça olmuş insan cesedleri, kanlar içinde yatan genç yaşlı, erkek kadın bedenlerini düşünerek yaşamak hoş bir şey olmasa gerek. O bakımdan savaşı bir servet edinme aracı olarak kullanan kimselerde güçlü bir bilinç dışına itme yeteneğinin bulunması önemlidir gibime geliyor.
Savaşı bir mecbûriyet olarak görenlerle bir kazanç, bir nemâ kapısı olarak görenler arasındaki fevkalâde önemli farklardan biri de zannımca budur. Savaşı bir mecbûriyet olarak görenlerden kasdım en başda, ikinci sırada ve ondan sonraki ilk on sırada, bir yurd savunma aracı olarak silaha sarılanlardır.
Tabii ki yurd savunması ihtiyâcı sâdece bir başka silahlı gücün o ülkeye fi’len taarruzu sonucu doğmaz. Bir ülke başka bir ülkenin hayâtî çıkarlarını, direkt olarak o ülkeye askerî taarruzda bulunmaksızın da tehdîd edebilir. Meselâ o ülkenin denize yegâne çıkışını tıkayarak...
Her şeye rağmen bir savaşa karar vermenin son derece zor bir iş olduğunu da
unutmamak gerekir. Böyle bir adıma kolaylıkla karar verebilen liderlerin ruh sağlığının bozukluğundan şübhe etmek bile abesdir; emîn olunabilir.
Öte yandan aynı teşhîsi savaş esnâfı, tâcirleri için de koymak, kanaatimce hatâ sayılmamalıdır. Çünki sırf para kazanmak uğruna binlerce, onbinlerce, hattâ bâzı durumlarda milyonlarca insan hayâtını hiçe saymak da -tabii başka bir zâviyeden- hastalıklı bir ruh yapısına işâret eder.
Bu alanda bir husus daha önemlidir ki o da savaş esnâfının yalnızca sivil unsurlar arasından çıkmadığı gerçeğidir. Aslında teknik personel olması ve siyâsetin emrinde bulunması gereken üniformalı kadrolar da milyon hattâ milyar dolarlık silah alımlarında çok etkin rol oynarlar.
Peki, öyleyse ne yapalım; silahlara vedâ mı edelim?
Elbetde ki hayır!
Biz Ernest Hemingway değiliz ve burada roman da yazmıyoruz!
Keşke bütün dünyâ aynı anda silahlara topdan vedâ edebilse de ihtiyâcımız bir tek polis/jandarma gibi emniyet güçlerinin ihtiyâcı olandan ibâret kalsa!
Bu henüz maalesef mümkin olmadığına nazaran Türkiye olarak silahlı güçlerimizin en üstün ateş yeteneği düzeyine çıkarılması bundan böyle de daha uzun süre hedeflerimizden biri olacakdır.
Ancak bu hedefe hiç değilse yerli kaynaklarımız sâyesinde ulaşmak, yâni kendi silahlarımızı bizzat üretmek gibi bir önceliğimiz de muhakkak olmalıdır ki işte ben bu noktada tereddüdler geçiriyorum.
Çünki değil yıllar, onyıllardan beri bir yurddaş olarak bana anlatılan kendi silahımızı kendimiz üretmek masallarına rağmen, ki burada masal kelimesini sırf daha ağır olan martaval kelimesini kullanmamak için nezâketen tercîh etdim, bu vâdîde ara sıra gazetelere yansıyan tantanalı ama boş haberlere rağmen, pek de bir yol alındığını göremiyorum.
Başlıklarla (Savunma Sanâyimizin Müdhiş Hamlesi...) haber metinleri arasındaki inanılmaz farklar (...ve böylece Mehmedcik’in palaskası %80 yerli kaynaklarla üretilecekdir!!!) beni şu yaşlılık yıllarımda artık derin teessüre sürüklüyor.
Palaska dedim de... Ben Tuzla Piyâde Okulu’ndayken palaskalarımızın üzerinde “US Army” rümûzu vardı... Sâhi şimdi durum nasıl?