Savaş, zor kullanarak bir iradeyi karşı tarafa kabul ettirmek, razı kıldırmaktır. Kabulü istenen irade ise bir bölgede yaşayan halklar üzerindeki egemenlik ve otoritenin el değiştirmesidir. Oldukça uzun bir zamandır, egemenlik ve otorite işlerini devletler düzenliyor. Dolayısıyla halkların hangi tür bir egemenlik altında yaşayacaklarına dair kararları harekete geçse bile; sonunda onlar adına karar veren devletler oluyor.
Halkların kaderi denen bu döngüde, otoritenin bir ülke içinde el değiştirdiği savaşlar yaşanırken bile, başka devletlerin olaya dahil olmadığı vaka neredeyse yok gibidir. Kısacası her çatışma ortamı, başkaları açısından fırsat demektir.
Başka devletlerin önce çatışma-savaş çıksın diye uğraşıp sonra bu ortamı kullanma girişimleri de olur. Ancak en riskli oyun budur; zira savaş sırasında ittifaklar yer değiştirir, güç dengesi farklılaşır; sonuç önceden öngörülemez. İşlerin böyle olduğunu, koşulların önceden hazırlanmadığını varsaysak bile, çatışma-savaş ortamlarında da halklar, gruplar ve devletler sürekli müttefik değiştirebilirler. Ortadoğu’yu karmaşık hale getiren hikayede de bu durumun büyük rolü vardır.
Fırsatı değerlendirenler
Suriye’de Esad’ın “azınlık” otoritesine karşı çıkan bir “çoğunluk” vardı; çoğunluk ayaklandı. Ayaklananlar, bir muhalefet oluşturdu; bu arada Esad’ın baskıcı rejiminin “başkaları” üzerinde olduğunu düşünen bazı halklar, ayaklananların değil iktidarın yanında saf tuttu.
Bu kesim sadece Esad’ın yıllarca kendilerini korumuş olmasından kaynaklanan bir sadakatle böyle davranmamış olabilir. Belki, muhtemelen hazır kargaşa varken “ben ne kazanırım” diyen, tüm konulara stratejik olarak “ulusal çıkar” açısından bakan devletlerin de bir dizi ikna girişimleri olmuştur. Bir yandan teorik olarak Esad’a karşı çıkması gereken kesimlerin ona destek verdiği bir kalkışma süreci yaşanırken, birden DAEŞ diye bir örgüt ortaya çıkmış ve muhalefetin yarılmasına yol açmıştı.
DAEŞ, muhalefetin bölünmesi, dünya kamuoyunda “olumsuz muhalefet” algısı yaratmanın yanı sıra, bir davetkara dönüşmüştü. Bu davete önce İran icabet etmiş, sonra ABD ve bazı Avrupalı müttefikleri katılmış, son imzayı ise Rusya atmıştı.
Şimdi ortada bir kaç temel soru var. Rusya ve ABD’nin olduğu yerde başka devletlerin ve halkların hareket alanı olabilir mi? Bu ikisi “uzlaşı” içindeyse, başka oyunculara bel bağlayanların geleceği olabilir mi?
Fırsat çıktı sananlar
Suriye’de ve buradaki gelişmeye bağlı olarak Irak’ta bugün olmazsa yarın parçalı bir egemenlik olacağı açık; zira ABD ve Rusya gibi iki güç ittifak kurdularsa bunu paylaşım esasına göre kurmuşlardır.
Eğer senaryo buysa, sorun bölge devletleri ile halkların saflaşmasını ve Avrupalı ortakların pozisyonlarını belirlemelerini sağlamakta. Bu iki konu çok ilintili; zira oyun dışında kalan Avrupalı oyuncular her halk grubuna, deyim yerindeyse, “asılma” halindeler. Ancak bu asılma gerçek beklentiye karşılık gelmiyor; bir tür geçici kullanma hali söz konusu.
Başlangıçta demiştik; bölgelerin kaderi devletlerde diye. Suriye, Türkiye ya da başka yerdeki bazı halklar kendilerini destekleyen batılı devletler var sanıyorlarsa, üzülerek söylemek gerek, bu gerçek değil. Mesela, bugün “batılı”ların ve/veya Rusya’nın desteğini aldığını sanan bir PYD varsa, onlara söylemek gerek. Konu ne PYD, ne PKK; konu Türkiye. Yani kabaca Türkiye bölgedeki bölüşüme razı edilmeye çalışılıyor ve bu arada Türkiye’yi razı etmekte kullanılan gruplara da vaatler sunuluyor.