Kabul etmek gerekir, yükseklerde rüzgar sert eser. Bu yüzden bazen ovadakiler sırılsıklam terlerken yüksek yerlerin sakinleri tir tir titrerler. Devlet yönetimi ile sıradan vatandaşın bir mesele karşısındaki tutumlarının farklı olmasının konumlandıkları yerin koşullarından, koşulların kendilerine sunduğu perspektiften kaynaklandığını, devleti yönetenlerin gördüklerini sıradan vatandaşın göremediğini, göremeyebileceğini ve bunun kaçınılmaz olduğunu anlatmak için bu örneği verdim.
Geçenlerde Cumhuriyetin yüz birinci yıl dönümü kutlandı. Bu vesileyle mevcut "içeriyi tahkim" sürecine bir katkı sunmak istiyorum. Belki bir faydası olur. Cumhuriyet ilan edildikten sonra devlet yönetimi ile halkın Cumhuriyete yüklediği anlam arasında bir farklılığın olduğu kısa süre sonra ortaya çıktı. Kuşkusuz bu farklılık, halk kesimi ile yöneticilerin sözünü ettiğim konumlarından doğan koşullarının farklılığından kaynaklandığı şeklinde okunabilir. Bu okuma meseleyi tümden izah etmeye yetmese de ilkesel olarak haklılık payını barındırıyor. Tepelerde esen rüzgar ile ovalarda esen rüzgarın şiddetinin aynı olduğunu kim iddia edebilir ki?
Fakat ülkemizde yaşanan yüz bir yıllık tecrübe, tepelerde sert rüzgarlara maruz kalmaları mukadder olan yöneticilerin halkın öznel konumunu hiç ciddiye almadıklarını, kendi konumlarının zorunluluklarını halka da dayattıklarının, hatta bunun yöneticilerde bir değişmez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez bir sabite olduğunun örnekleriyle doludur. Genel yayın yönetmenimiz Nuh Albayrak kaç gündür bu realiteyi ayrıntılı olarak anlatıyor köşesinde.
Cumhuriyetin ilanından sonra, yeni sistemin nitelikleri yavaş yavaş ortaya çıkınca, toplumun kahir ekseriyetini oluşturan dindar (Müslüman) kesimde bir "şaşkınlık" yaşandı. Aslında Cumhuriyet sistemiyle ilgili bir sorun yoktu. Saltanatın da miadını doldurduğu herkesçe biliniyordu. O günün şartlarında saltanatın devam etmesinin mümkün olmadığı görülüyordu. Ama Cumhuriyeti kuranların kurtuluş sürecinde sık sık önemine vurgu yaptıkları hilafetin kaldırılması, sözünü ettiğim bu kesimde hayal kırıklığı ve büyük bir "şaşkınlık" meydana getirdi. Tabi, yükseklerde sert rüzgarlara maruz kalmanın etkisiyle olsa gerek yönetici kadrolar bu tutumu "şaşkınlık" olarak görüp ona göre tatmin edici cevaplar sunacaklarına "irtica" (gericilik) yaftasıyla ötekileştirip düşmanlaştırma gibi sert bir yöntemi esas aldılar. Darağaçları, zindanlar, istiklal mahkemeleri, sürgünler memleketi kasıp kavurdu. "Şaşkın" kafalar patır patır dökülüyordu. Tabi "şaşkınlık" devam etti. Tartışmalar bitmedi. Allah'a şükür bu bağlamda bir şiddet ortamı oluşmadı, Müslümanların sağduyusu sayesinde.
Fakat konumları yöneticiler tarafından dikkate alınmayan bir diğer toplumsal kesim olan Kürtler, toplumun ana gövdesi Müslümanlarla ortaklaştıkları "şaşkın"lığa ek olarak öznel konumları itibariyle bir "kırgınlık" yaşadılar. Kurtuluş sürecinde kültürel, geleneksel, eğitsel haklarının yeni süreçte dikkate alınacağına ilişkin sözlerin tutulmamasını görmenin etkisiyle kabuklarına çekildiler, fırsatını buldukça "kırgınlık"larını ifade ettiler. "Şaşkınlığı" bile düşmanlık kategorisine alan yüksek tepelerin mukimlerinin "kırgınlığı" ötekileştirmenin sebebi saymaması beklenemezdi kuşkusuz. Kürtler, Kürt talepleri "bölücülük", "ayrılıkçılık" gibi kavramlarla kriminalize edildi. Bu düzlemde de ordular, emniyet güçleri, sıkı yönetimler devreye girdi. İstiklal mahkemeleri, sıkı yönetimler, darbeler kronolojik olarak yüksek tepelerden düzlüklere doğru sevk edildi. Maalesef mîrler, ağalar, seydalar, şeyhler gibi geleneksel liderleri ortadan kaldırılan ya da sindirilen Kürtlerin bir kısmı şiddete bulaştırıldı. Bunun etkisiyle bütün toplumsal kesimler açısından acılarla dolu bir süreç yaşandı.
Detaylara girmenin gereği yok. Acıları depreştirmek de kimseye bir yarar sağlamaz. Özellikle "Devlet", normalleşme için elini uzatmışken. Tabi bu uzatılan elin geleceğe ilişkin hiçbir vaatte bulunmaksızın, sadece geçmişi unutmaya matuf olmaması koşuluyla. Müslüman kesimlerin "şaşkın"lığını gidermenin formülü Meclisin mana ve mefhumunda mündemiçtir. "Kırgın"lığı gidermek ise, kırılan dostun gönlünü almakla mümkündür.
Neticede yüz bir yıllık Cumhuriyet tecrübesi, "şaşkın"lıktan ve "kırgın"lıktan düşmanlık çıkarmanın yanlış olduğunu da göstermiştir.