Bir ordunun kalitesi sâdece mensublarının iyi eğitim görüp görmemesine bağlı değildir. Eğer kumandanları kötüyse o orduyu yanlış hesablar sonucu yanlış yollara sürükleyip yenilmesine ve mahvına sebeb olurlar. Bunun en tipik örneklerini yakın târihde Almanya vermişdir. Son Alman İmparatoru II. Wilhelm (1859-1941) o zamanki yeryüzünün en mükemmel silahlı kuvvetlerine sâhibdi. Ama Kaiser (Kayzer) Wilhelm çağını ve o çağdaki kuvvetler dengesini, bu dengenin hangi unsurlar üzerinde durduğunu ve nasıl meydana geldiğini, en önemlisi de kendi ülkesinin bu düzen içinde işgâl etdiği yeri iyi değerlendiremediği için Birinci Cihan Harbi’ni (1914-18) zorlaya zorlaya çıkardı ve netîceten hem Almanya’yı o zamâna kadarki târihinin en ağır yenilgisine uğratdı hem de o muhteşem orduyu mahvetdi.
Onun bu hazîn rekorunu 21 yıl sonra Adolf Hitler (1889-1945) kıracak ve İkinci Dünyâ Savaşı’nda (1939-1945) ağır yenilgi şöyle dursun, artık Almanya ve ona bağladığı Avusturya diye birşey bırakmayacakdı.
Oysa meselâ yine bir Alman olan Bismarck Prensi Otto (Otto Fürst von Bismarck,
1815-1898) çok zekîce ve fevkalâde sağlam hesablara dayanan bir politika sonucu hem dağınık Alman hükümdarlık ve beyliklerini birleştirerek güçlü bir imparatorluk kurmuş hem de Sedan’da Fransa’ya târihinin en ağır yenilgilerinden birini tattırmışdır (1870).
Büyük Fransız Diplomatı ve kısaca Talleyrand (1754-1838) diye anılan Charles Maurice de Talleyrand-Périgord (Şarl Moris dö Talleyran-Perigor) yine böyle üstün, aslında dâhiyâne yetenekli bir diplomat örneğidir. Diğer pek çok başarısının yanısıra sâdece 1815 Viyana Kongresi’nde Fransa lehine elde etdiği avantajlar bile onu Fransızlar nezdinde bir millî kahraman mesâbesine yükseltmeğe yeterlidir.
Bu konulara değinmemin sebebi, son zamanlarda pek çoğumuz tarafından Türkiye’ye biçilen “büyük devlet”, hattâ hızını alamayan bâzı arkadaşların kullandığı “küresel güç” pâyesi üzerinde bir mikdar îmâl-i fikreyleme ihtiyâcı.
Önce bir “mıntıka temizliği” yaparak şu “süper devlet” kelimesini iki kelimeyle ele alalım:
Süper devlet, bütün dünyâda borusu öten devlet demekdir. Bu öylesine zor erişilen bir pozisyondur ki târihin en kudretli devletlerinden biri olan Osmanlı İmparatorluğu dahî buna erişememişdir. Osmanlı, bütün dünyâ şöyle dursun, Akdeniz’in tamâmında bile tam anlamıyla ferman-fermâ değildi.
Kanaatimce yeryüzü târihinin şimdiye kadar gelmiş geçmiş yegâne süper devleti, o da ancak 1917-1960 yılları arasında, Amerika Birleşik Devletleri’dir. Bu ülkenin Birinci Cihan Harbi’ne girmesiyle başlayan bu devir, 1950’lerde Sovyetler Birliği’nin de atom bombasını yapmasından birkaç yıl sonra kesinlikle sona ermişdir.
Bugün yeryüzünde süper güç yokdur!
O mevkıy “münhâl”dir!
Türkiye’ye gelince devletimiz, herşey bir yana sâdece “özgül ağırlığı” yâni hiçbir şey yapmaksızın sırf “durumu ve yapısı” îtibâriyle bir “büyük devlet” olma potansiyelini içinde barındırmaktadır. Ancak bir ordunun gerçek kalitesi nasıl kumandanlarının kalitesiyle kaaimse dış politika ağırlığı da münferid diplomatların değil, Hâriciye Gemisi’nin kaptan köşkünde oturanların yetenekleriyle doğru orantılıdır.
Türkiye son zamanlarda kendine hedef tâyin etdiği pek çok konuda, meselâ Öcalan’ın “pratikman” silinmesi, Kandil’in askerî ve politik bağlamlarda “yerle bir” edilmesi, BDP ile sâhici bir müzâkere süreci başlatılması, KCK’nın ezilip ekarte edilmesi ve sivil güçlerle (Leylâ Zana!!!) görüş teâtîsi ve işbirliği gibi alanlarda hiçbir kayda değer başarı elde edemediği gibi üstelik o pek övündüğü “geleneklerden süzülme devlet yönetimibecerisi” hususlarında da birtakım şübheler uyandırmaya başlamışdır.
Benim bu mevzûdaki nâçizâne ve faqîrâne yorumum ise bir sualden ibâret:
Kabahat şarkıda mı yoksa şarkıcıda mı?