Merkeziyetçilerle adem-i merkeziyetçiler arasındaki ihtilafı Gordion’un düğümünü kesen Büyük İskender gibi bir kılıç darbesiyle çözen Fatih’ten sonra Osmanlı Devlet düzeni sıkı sıkıya merkeziyetçi bir yapıya büründü ve neredeyse son dönemlere kadar bu konuda herhangi bir karşıt görüş gündeme gelmedi.
Osmanlı mahalli idarelere değil ama merkezden atadığı mahalli idarecilere geniş yetkiler tanıyarak uzak vilayetlerin yönetimiyle ilgili problemleri halletme yoluna gitmişti. Ne var ki Osmanlı’nın son döneminde merkeziyetçilik yeniden tartışma konusu oldu. Çünkü son derece geniş bir coğrafya üzerinde hüküm süren bir devletin, özellikle o günün şartlarında, bugünkü ölçüde merkeziyetçiliği sürdürmesini zorlaştıran etkenler ortaya çıkmıştı.
İlki ekonomik etken... 16’ncı yüzyılın ikinci yarısında baş gösteren büyük mali buhran Osmanlı düzenini derinden etkilemiş ve bir anlamda sonun başlangıcını oluşturmuştu. Anadolu’daki Celali isyanları da bu sırada patlak vermiş ve bu badire de ekonomik düzeni olumsuz yönde etkilemişti. Yine 16’ncı yüzyıldan sonra kapitülasyonlar da yavaş yavaş Osmanlı ekonomisi aleyhinde bir hal almaya başladı.
Geliri giderini karşılayamaz hale gelen İstanbul çare olarak vergileri artırıyor, bu da toplumsal hoşnutsuzluğa yol açıyordu. Vergi toplamak için önce mültezimlere ve sonra ayana ihtiyaç duyması da kaçınılmaz olarak taşrada merkezin etkisinin zayıflamasını getirdi. Bir anlamda Anadolu’da derebeylikler yeniden hortlamış oldu.
Öyle ki 19’uncu yüzyıl başında “ayan”ın zorlamasıyla imzalanan ve merkezin iktidarını sınırlamayı öngören Sened-i İttifak, tam altı yüz sene önce İngiltere Kralı ile İngiliz lordları arasında imzalanan Magna Carta’ya benzetilir. Bu anlamda İstanbul’un fethiyle beraber tasfiye edilmiş olan adem-i merkeziyetçiliğin ilk önemli başarısıdır. Buna karşı Tanzimat Fermanı ise yeniden merkeziyetçi devlet bürokrasisinin duruma el koyması kabul edilir.
Ne var ki Osmanlı’nın asıl problemi ekonomik ve siyasi güç olarak Avrupa’daki hasımlarıyla rekabet edemez hale gelmiş olmasıydı. Osmanlı aydınlarının önemli bir bölümü batı karşısındaki geri kalmışlığımızdan kurtulmak için onlar gibi olmayı çare görüyorlardı. Onlar gibi giyinirsek, onların kullandığı araçları kullanırsak onlar gibi olabiliriz diye düşünüyorlardı. Mesela Prens Sabahattin adem-i merkeziyetçi İngiliz sisteminin merkeziyetçi Fransız sisteminden üstün olduğunu görerek Osmanlı’nın da ademi merkeziyetçi yapıya geçmesini savunmaktaydı.
Yalnız PrensSabahattin’in ve taraftarlarının pek üzerinde durmadıkları konu İngiliz sömürgelerinin Osmanlı eyaletlerine benzemediği gerçeğiydi. İngiltere’nin Hindistan’da veya Mısır’da uyguladığı yerinden yönetim metodunun benzerini Osmanlı da vaktiyle kendi elinde olan Mısır’da veya Yemen, Cezayir gibi uzak vilayetlerde uygulamıştı. Ama Rumeli ve Anadolu vilayetleri için adem-i merkeziyet bilhassa o günün konjonktüründe “özerklik” anlamına geliyordu. Özerkliğin anlamı da bazı toprakların Osmanlı’dan ayrılıp İngiltere veya Rusya tarafından yutulması demekti.
Zaten Osmanlı’nın kendi vilayetlerine özerklik vermesi ancak yenildiği savaşlardan sonra imzalamak zorunda olduğu anlaşmalar yoluyla olmuştu. Bunların da tamamı bir süre sonra bağımsız devletlere dönüşmüştü.
Burada yine şunu görüyoruz ki merkeziyetçi veya adem-i merkeziyetçi yaklaşımlar sadece “teorik olarak” daha tutarlı oldukları düşüncesiyle biri diğerine tercih edilecek yollar değil. Bu tercihlerin birbiriyle çatışabilecek ekonomik ve siyasi sonuçları var çünkü.
Sözgelimi Sabahattin Bey’in adem-i merkeziyetçiliği ve ondan ayrı düşünülemeyecek liberal ekonomi tezi o gün itibarıyla yarı-sömürge durumundaki ülkede mevcut olan batıya bağımlı, yani komprador burjuvazinin çıkarını temsil ediyordu. İttihatçıların merkeziyetçiliği de sadece idari merkeziyetçilik değildi. Aynı zamanda Avrupalı tüccarların ve yerli azınlıkların kontrolündeki bu iktisadi düzene karşı Müslüman tüccarın çıkarına dayanan bir millî burjuvazi yaratma fikrini de içeriyordu.
Belki de hiçbir siyasi görüş sadece “teorik tutarlılık” uğruna tercih edilmiyor.