Tuhaf bir ülke burası... Çözüm sürecine sabotaj niteliği taşıyan İmralı notlarının yayınlanmasıyla başlayan tartışmalar, sonunda döndü dolaştı ve iktidarın sansürcülüğüne bağlandı.
Malum, Milliyet gazetesinin BDP’li vekillerle Öcalan arasındaki görüşme notlarını özel bir işleme tabi tutarak yayınlamasına Başbakan Tayyip Erdoğan sert tepki göstermiş ve medyayı eleştirmişti.
İşte bu sabotaj eleştirileri, özellikle sol gelenekten beslenen kalemler tarafından tamamen ‘sınıfsal’ bir refleksle ve de ustaca bir manevra ile sansür tartışmasına dönüştürüldü.
Aslında, biz bu ideolojik medya hokkabazlığının sansür ezberini çok iyi biliyoruz. Tarihsel seyri itibariyle, İttihat Terakki ve CHP kütüğüne kayıtlı bulunan bu medya anlayışı, II. Abdülhamit’ten başlayarak, Menderes, Özal ve Tayyip Erdoğan çizgisini her zaman sansürcülükle suçlamıştır.
Özü itibariyle, İttihat Terakki zihniyetine dayalı bu gazetecilik geleneği, tek parti döneminde İstiklal Mahkemeleri’nin kıyıcılığına, azınlıklara yönelik uygulamalarına ve Dersim katliamına karşı hiçbir eleştirel bakışı olmamıştır. Dahası, bu zulümler ulus devletin kurumsallaşması için atılması gereken normal adımlar olarak değerlendirilmiştir.
Mesela,Demokrat parti iktidarını ve merhum Menderes’i sansürcülükle suçlamakta bir beis görmeyen bu zihniyet, iş İnönü’nün kendisiyle ilgili haber ve resimlerin nasıl girmesi gerektiği konusunda gazetelere verdiği talimatlara gelince birden hafıza kaybına uğrayıvermişlerdir.
CHP yandaşı meslektaşlarımız çok iyi bilirler ki, esas itibariyle ‘sansür’ tek parti döneminde icat olunmuştur. Ama ne hikmetse bu arkadaşların, CHP dönemlerinin sansürcülüğü konusunda bugüne kadar dişe dokunur eleştiri yaptıkları pek görülmemiştir.
CHP ile aynı ideolojik safta yer alan meslektaşlarımızın hafızalarını tazelemeleri için bir gerçeğin altını çizmekte yarar var. Evet, demokratik toplumlarda basın özgürlüğü önemlidir. Ama bu özgürlük, bize bireylerin özgürlüklerine ve kişilik haklarına müdahale hakkı vermez.
Unutmayalım ki, bugünlerde basın özgürlüğünü hatırlayanlar, 28 Şubat’ta insanların hayatlarını karartan, doğrudan kişilik haklarına saldıran “Vay şerefsiz vay” şeklinde başlıklar atmayı, basın hürriyetinin kullanılması olarak görmüşlerdi.
Şimdi de aynı minval üzere devam ediyorlar ve o günlerdeki ‘andıç gazeteciliği’ni basın özgürlüğünün bir parçası olarak görüyorlar. Bu ifadeyi haksızlık olarak değerlendirenler, 28 Şubat’ın aktörü olan gazetecilerin daha yakın zamana kadar, attıkları o manşetlerle nasıl övündüklerini arşivlerden ve özellikle de Darbe Komisyonu’na verdikleri ifadelerden öğrenebilirler.
Dolayısıyla, bugünlerde Başbakan Erdoğan’a basın özgürlüğü konusunda ‘imalı mektuplar’ kaleme alan CHP yandaşı meslektaşlarımızın, özellikle medya-siyaset, medya-vesayet ilişkilerinin tarihini daha dikkatli okumalarında yarar var.
Ayrıca, Başbakan Erdoğan’ın, geçmiş iktidarlar döneminde olduğu gibi kapalı kapılar ardındaki ilişkilere tevessül etmeden yüreğinden geldiği gibi medyayı açıkça eleştirmesini ve kendini savunmasını ‘medyaya baskı’ olarak yorumlayanlar bilmeli ki, başbakana hakaret ederek, baskı masalları anlatarak basın özgürlüğü savunulamaz.
Hele, medya-siyaset ilişkisi, patron-gazeteci ilişkisi, sermaye-gazetecilik ilişkisi gibi yapısal sorgulamaları es geçerek medyanın onuru hiç kurtarılamaz. Evet, gazeteci-patronaj ilişkilerindeki arızaları görmeden ‘hükümete kafa tutma’ havasını pazarlayarak hükümetle ilgili ‘sansür tezviratı’ üretmek, oldukça fiyakalı ve kolay bir iş. Ama asla ahlaki değil.