Evet, bunu son günlerde sık sık sözü edilen ‘demokrasi sadece sandıktan ibaret değildir’ tarzındaki çıkışlara karşı yazdım; hele hele demokrasiyi ‘cici demokrasi’ olarak yaftalamaya alışmış eski sol jargonu da hatırlattığı için.
Bir zamanlar sandıklar tahtadandı gerçekten; plastiğe geçeli daha yeni oldu. Şimdi bir an için gözlerimizi kapatalım ve yaklaşık yetmiş yıl öncesine geri dönelim. Meşhur 21 Temmuz 1946 seçimleri yeni bitmiş; sandıklara oylar herkesin gözü önünde atılmış. Sonra da oyların kapalı kapılar ardında sayıldığı seçimden söz ediyorum elbette. İktidar, yani CHP sandıkta büyük bir başarı kazandığını ilân ediyor. DP ise, seçimde hile yapıldığını, büyük baskılar altında kaldığını iddia ediyor ve ardından Meclis açılıyor. Cumhuriyet tarihinin birden çok partinin katıldığı ilk milletvekili seçiminden sonra.
CHP’nin basın yasakları
CHP açısından sandık sonucu kutsaldı; o kadar kutsaldı ki, Meclis’in ve iktidarın meşruiyetini sorgulamaya kalkışan DP’nin tutumu kabul edilemezdi. Nitekim İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı da, seçimler üzerine tartışma açan ya da açmaya yeltenen muhalif basına karşı önlem almakta gecikmeyecek ve seçimleri tartışmayı yasaklayacaktır. Bu yasağa uymayan gazeteleri de kapatacaktır.
CHP milletvekili Kemâl Turan, Meclis’teki konuşmasında, gazetelerin sıkıyönetimce yasaların verdiği yetkiye dayanarak kapatıldığını açıklıyor ve şöyle diyordu: “Gazeteler, Sıkıyönetim Komutanlığı’nın kanunların kendisine verdiği salâhiyetle muayyen [yetkiyle belirli] bir şeyi, yani Büyük Millet Meclisi’nin meşruiyeti üzerinde münakaşa etmekten [tartışmaktan] alıkonulmuştur. Burada mevzu bahis olan, Büyük Millet Meclisi’nin meşruiyetine ait ve Sıkıyönetim Komutanlığı’nın kendi salâhiyetine [yetkisine] binaen o muhitin hususiyetine göre böyle bir karar vermesidir. Olaylar, yabancılara üs istenen bu topraklar üzerinde Sıkıyönetim Komutanlığı’nın böyle bir karar almasının ne kadar yerinde olduğunu gösteriyor.”
DP’nin sonu da SCF gibi olacak
Seçimler sırasında İçişleri Bakanı olan Hilmi Uran ise, DP ile SCF arasında benzerlik ve paralellik kurmaktan kaçınmıyor ve üstü kapalı bir şekilde de olsa, her iki partinin sonlarının da benzer olabileceği öngörüsünde bulunuyordu. İddialara gelince; Uran şöyle devam ediyordu: “Bu vadide, bilmiyorum, fakat belki şurada burada sert bazı hareketler olmuştur. Esasen her gadre uğradığını zannedenler için mahkeme kapılarımız daima açık olmakla beraber, bunları haber aldıkça önlemeyi ve yapanları inzibati cezalarla cezalandırmayı hiç ihmal etmedik ve fikrimizi müteaddit tamimlerle [değişik genelgelerle] zaman zaman yazdık.”
Hilmi Uran anılarında kendi sorumluluğunu tamamen bir kenara atarak, bütün sorumluluğu yeni Başbakan Recep Peker’in üzerine bırakmayı tercih edecektir: “Nihayet Peker Hükûmeti’nin sabrı tükenmişti ve muhalefete karşı ilk celâdetini [şiddetini] göstererek, İstanbul ile havalisinde elyevm mer’iyette bulunan [hâlen geçerli olan] örfi idare delâlet [sıkıyönetimin yol göstericiliği] ve kararı ile geçmiş seçimler hakkında her türlü aleyhtar neşriyatı [yayını] yasak etmişti.”
Ahmet Emin Yalman anlatıyor
Yalman, şöyle yazacaktır: “İstanbul seçimleri gazeteler tarafından çok sıkı bir surette takip edilmiş. Her sandıkta ne kadar CHP, ne kadar DP oyu çıktığı birer birer ilân edildi. Burada DP’nin seçimi tam olarak kazandığı ve 23 milletvekili çıkardığı besbelliydi. Böyle olduğu hâlde İstanbul’un neticesi derhâl ilân edilmedi.
Bir gün [İstanbul] vali[si ve belediye başkanı] Lütfü Kırdar beni makamına çağırdı ve dedi ki: ‘Size güvenim olduğu için memlekete ait bir davayı danışmak istiyorum. Evet, İstanbul’da DP seçimi kesin bir şekilde kazandı. Fakat buradan Kâzım Karabekir, Hamdullah Suphi Tanrıöver, general Cemil Cahit Toydemir, general Refet Bele, [Recep Peker] ve Hüseyin Cahit Yalçın’ın çıkarılması ve DP’ye ancak 18 kişilik yer bırakılması hakkında sıkı bir emir aldım. Dürüst bir memur ve memleketçi sıfatı ile nasıl hareket edeyim? Bu emri yerine getirmezsem, İstanbul seçimlerini kökünden bozmak için bahane aranması ve yeni partinin 18 kişilik mühim kuvveti el[in]den kaçırması ihtimali vardır. Bana ne tavsiye edersiniz?’ Hakkı vardı. O zamanki hava içinde her şey olabilirdi. Ben de durumu asgarî zararla kurtarılması hakkındaki görüşte beraber oldum. 24 Temmuz’da İstanbul listesi o şekilde ilân edildi.”
Yalman, yıllar sonra şu yorumu da yapacaktır: “O sırada DP, yurdun birçok kısmında henüz teşkilât kurmamıştı. Eski tek-partinin nüfuzu ve itibarı ve esaslı bir değişiklik yapmamak meyli [eğilimi] de bir kısım halk arasında devam ediyordu. CHP, akıl edip de son derece dürüst bir seçim yapsaydı, seçilebilecek aday sayısı 150’yi geçmeyecek, yani CHP, üçte ikiyi çok aşkın bir çoğunluğa hâkim kalacaktı. Böyle bir dürüstlük, siyasî hayatımıza kök salacak, birçok sarsıntıları önleyecek, belki de 1950’de CHP, yüzünün akı ile iktidarda kalabilecekti.”
İsmet İnönü: ‘Marifet yüzünden zedelendik’
İsmet İnönü, 1967 yılında şunları söyleyecektir: “Bir talihsizliktir. Demokratik rejime girmek kararını verdiğimiz zaman bazı zekâlar, ehemmiyetli ölçüde bu seçim mekanizmasına ne ölçüde hile karışabilir, bunu keşfetmeye gayret sarf etmişlerdir. Biz geçen 1946 seçimlerinde İstanbul’daki marifet yüzünden zedelendik. [İstanbul’da] açıkça marifet yapıyorlarmış. Bütün ülke lekelendi. Sanki her yerde seçimler öyle geçmiş gibi gösterilmeye çalışıldı. Ama Recep Peker vardı. Cevdet Kerim [İncedayı] da, her ne pahasına olursa olsun onu kurtarmayı doğru bir marifet sayarak, kendinden geçecek ölçüde olan Peker’e bağlılığını tüm ülkeye ödetti.”
Bülent Üstündağ’ın trajedisi
Sıkıyönetim yasakları nedeniyle sadece İzmir ve Ankara’da yayınlanan gazete ve dergilerde seçime ilişkin tartışmalar sürebiliyordu. Bu tür yayınlar, İzmir’de DP İzmir İl Başkanı Ekrem Hayri Üstündağ’ın oğlu Bülent Üstündağ örneğinde görüleceği gibi, bazı aile dramlarına da neden olacaktır. Demokrat İzmir gazetesinde 28 Temmuz’da yayınlanan bir yazı, aslında Bülent Üstündağ tarafından yazılmıştı ve yazıda seçim süreci sert bir üslûpla eleştiriliyordu. Ancak yazı, Bülent Üstündağ’ın askerlik görevini yapıyor olması nedeni ile, eşi Müçteba Üstündağ’ın imzası ile yayınlanmıştı ve yazıda Meclise hakaret edildiği iddiası ile açılan dava sonucunda, Bülent Üstündağ’ın yazıyı bizzat yazdığını itiraf etmesine karşın, eşi Müçteba Üstündağ sekiz ay hapse mahkûm olmuştu. Müçteba Üstündağ, küçük bir çocuğu olduğu gibi, hamileydi de. Müçteba Üstündağ, ikinci çocuğunu bu nedenle hapiste doğurmak zorunda kalacaktır. Bülent Üstündağ ise, henüz 35 yaşında iken, bu duruma daha fazla dayanamayarak intihar edecektir. Müçteba Üstündağ için ise yedi ay hapiste kaldıktan sonra özel bir af yasası kabul edilecektir.
CHP YILLAR SONRA HİLEYİ İTİRAF ETTİ
Elbette CHP iktidarı yıllarca 46 seçimlerinde ufak tefek hataların dışında önemli bir aksaklık olmadığını ileri sürdü. Sandıktan çıkan iktidarın meşruluğunu tartışmaya kalkmanın sakıncalarını ve tehlikesini vurguladı.
Metin Toker diyor ki
Yıllar sonra ise Metin Toker şöyle yazacaktır: “DP sadece 351 adayla seçimlere giriyordu ki, hiçbir hile, hiçbir mazbata değişikliği, hiçbir tesir yapılmasa ve iktidar istisnasız her yerde kaybetse, [ki] buna tabiî fiilen imkân yoktu, CHP’nin Meclis’te 114 sandalyesi otomatik olarak olacaktı. Yani [CHP’nin] iktidarda kalmak için topu topu 119 milletvekili sağlaması gerekiyordu. [Toplam] 465 milletvekilliği vardı ve o günkü şartlar içinde CHP bunu sağlardı. Ama o hileler, mazbata değişiklikleri, tesirler yapıldığına göre, gerçek şudur ki, CHP ve bilhassa idare amirleri ile CHP teşkilâtı, 1946 seçimlerini boşu boşuna kirletmişlerdir.”
Fahir Giritlioğlu itiraf ediyor
Fahir Giritlioğlu şöyle diyecektir: “ Fakat maalesef kanunun bazı boşlukları vardı. Çok partili hayat içinde yapılan bu ilk seçimin azamî dürüstlük ve titizlikle yapılması için her türlü tedbirlerin alınması gerekirdi. Hiç değilse üç ay evvel yapılan belediye seçimleri nisbetinde dürüst ve şikâyetsiz bir seçimin yapılabilmesiydi. [Bu takdirde]
CHP iktidarı için çok itibarlı sonuçlar sağlanmış olurdu. Fakat maalesef kanun, geri ve çok boşlukları olan bir kanun hüviyetindeydi. Seçim kanunu, bütün görevi idare cihazına bırakmıştı. Lâkin idare amir ve memurları, tek-parti devrinin otoritesi içinde yetiştikleri ve çalıştıkları için, çok partili hayatın gerektirdiği tarafsızlık psikolojisine kolaylıkla bürünemediler. Birçokları Millî Şef’in görüş ve arzularını tesbite çalıştılar. Kendilerine göre de tefsire giriştiler. Seçimlerde CHP’nin kazanmasına çalışmayı vatana bir hizmet şeklinde telâkki ettiler.”