Bilmem dikkatinizi çekmiş miydi, iki ay önce dünyanın en eski sanat eserleri keşfedildi. Şubat ayında İspanya’nın Malaga kenti yakınlarındaki Nerja Mağarası’ndaki sarkıtları üzerinde tespit edilen fok resimlerini Neanderthallerin en az 42.000 yıl önce yaptığı tahmin ediliyor, karbon testlerine göre. Keşfi bilim -ve tabii ki sanat- dünyasına açıklayan Cordoba Üniversitesi çalışmalarını hala sürdürüyor olmalı... Ne de atalarımız olan homo sapiens’in değil, M.Ö. 30.000 civarlarında soylarının tükendiği tahmin edilen Neanderthalllerin de sanat icra etmesi çok önemli bir gelişme.
Onlar bile içinde yaşadıkları dünyayı, sürdürdükleri hayatı aktarma, duygularını ve düşüncelerini ifade etme ihtiyacı duyuyorlarmış! Öyle bir ihtiyaçtır işte sanat!
E.H. Gombrich “Sanatın Öyküsü”ne “Sanat adı verilen bir şey yoktur aslında, yalnızca sanatçılar vardır; yani bir zamanlar renkli toprakla bir mağaranın duvarına becerebildiklerince bizon resimleri çiziktiren, bugünse boya satın alıp reklam afişleri yapan ve yüzyıllardan beri daha birçok başka şeyler üreten insanlar” cümlesiyle başlar.
“Tüm bu etkinlikleri sanat diye tanımlamakta hiçbir sakınca yok, yeter ki bu sözcüğün yer ve zamana göre birbirinden değişik anlamlara gelebileceği unutulmasın ve günümüzde neredeyse bir korkuluk veya tapınç aracı haline gelen ve büyük S ile başlayan Sanat’ın varolmadığının bilincinde olunsun. Bir sanatçıyı, ona göre güzel olmasına karşın, yaptığının ‘Sanat’ olmadığını söyleyerek, yıkıma sürükleyebilirsiniz. Aynı biçimde, bir tabloyu güzel bulan herhangi bir kimsenin, bu tabloda Sanat değil de başka bir şey söz konusu olduğu söylenerek, kafası pekala karıştırılabilir” diye devam eder.
Gombrich sanat tarihini okura bir yapıtın güzelliğinin konusunun güzelliğinden kaynaklanmadığı bilgisi ışığında öğretir “Sanatın Öyküsü”nde. John Berger’ın “Görme Biçimleri BBC Televizyonu için yaptığı bir dizi konuşmadan derlenen beş denemeden oluşan “Görme Biçimleri” de kültür sanat alanında çalışan ve yapıtlar üzerine fikir üreten hemen herkesin başucu kitaplarından biridir.
“Görme konuşmadan önce gelmiştir. Çocuk konuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayı öğrenir.
Ne var ki başka bir anlamda da görme sözcüklerden önce gelmiştir. Bizi çevreleyen dünyada kendi yerimizi görerek buluruz. Bu dünyayı sözcüklerle anlatırız ama sözcükler dünyayla çevrelenmiş olmamızı hiçbir zaman değiştiremez. Her akşam güneşin batışını görürüz. Dünyanın güneşe arkasını dönmekte olduğunu biliriz. Ne var ki bu bilgi, bu açıklama gördüklerimize uymaz hiçbir zaman. Gerçeküstücü ressam Magritte Düşlerin Anahtarı adlı resminde sözcüklerle görülen nesneler arasında her zaman varolan bu uçurumu yorumlamıştır.
Düşündüklerimiz ya da inandıklarımız nesneleri görüşümüzü etkiler. İnsanların Cehennem’in gerçekten varolduğuna inandıkları Ortaçağ’da ateşin bugünkünden çok değişik bir anlamı vardı kuşkusuz. Gene de onlardaki bu cehennem kavramı -yanıkların verdiği acıdan olduğu ölçüde- ateşi her şeyi yutan, kül eden bir şey olarak görmelerinden doğmuştur”.
Peki biz Neanderthallerden bugüne, 42.000 yıllık birikimden sonra, sanat yapıtlarını birbirinden değerli ve önyargısız uzmanların kılavuzluğunda edinilen bilgilerin ışığında değerlendirebiliyor muyuz? Görmeyi öğrendik mi? Estetik algılarımızı geliştirdik mi? Bütün bu bilgi birikimine vakıf olmadan sanatın ve sanatçının kaderini tayin etme hakkını kendimizde bulabilir miyiz? Müzeler ve kütüphaneler dolusu yapıt ve bilgi, onları anlamaya dahi tenezzül etmeden sömüren ya da bir tahakküm aracı olarak kullananların elinde oyuncak mı?
Bu soruların tamamımın yanıtı, hiç tereddütsüz “Hayır!”