Bir eğitim kurumunda misafirim. Gençlerle buluştuk. Günlerden Cuma. Programımız Cuma namazı sonrası başlayacak. Program salonunda görevli teknik ekip gençleriyle çay içiyoruz.
Futboldan müziğe, sanattan tekniğe, yapay zekadan tarihe adeta daldan dala konuları atlatıyoruz.
Gelgelelim sohbet din konusuna varınca, özellikle namaz meselesi açılınca, bir tedirginlik belirdi gözlerinde.
Öyle ki ürküp uzaklaşmaya meylettiler.
Bu konuyu onlara bir çırpıda anlatmanın kolay olmayacağını seziyordum. Ama konuşmaktan geri de duramazdım.
Belki birkaç kelam, birkaç küçük izah, merak pencerelerini aralamalarına vesile olabilirdi.
Sözün rotasını değiştirdim:
"Ölmeyeceğine inanan var mı aramızda?"
"Ne zaman öleceğini bilen var mı?"
"Ölüm" kelimesini duyunca gözleri bir anda açıldı.
Ölümün muhakkak ama meçhul oluşu, insandaki derin duyguları harekete geçirir; bu bir hakikat.
Zihinlerde beliren bu gerçeklik, beni cesaretlendi: "Secde" dedim, "Başka bir boyuta geçirir insanı!"
İyice meraklandılar.
Allah'la buluşturmaya çalıştım onları.
Öyle ya, Allah'ın kulunu en çok sevdiği, kulun Allah'a en yakın olduğu an ve mekân.
O kadar geniş tasvirlerle ve betimlemelerle anlatmaya özen gösterdim ki zaman uyardı bizi. Secde konusu bittiğinde Cuma namazına beş on dakika vardı.
Bir teklifte bulundum: "Haydi benimle Cuma namazına gelin. Sadece secde anına odaklanın. Anlattığım gibi yapın. Başka bir boyuta geçmezseniz bir daha benimle konuşmayın."
Şaşırtıcı biçimde kabul ettiler.
Cami yolunda öğrendim ki arkadaşlardan biri Caferî mezhebine mensupmuş. Allah dilediği kullarını dilediği yollardan bir araya getirir.
Kalbimde tatlı bir heyecan, içimde hafif bir tedirginlik. "Ya anlatmaya çalıştığım derinliği hissedemezlerse!"
Namaz bitti, avluya çıktık. Hafif kar atıştırmaya başlamıştı. Bir ağacın altında bekliyordum. Kar taneleri yüzüme değiyordu; kalbimse acaba ne olacak diye çarpıyordu.
O sırada gençler göründü.
Benim gibi hafifçe tombul olan Caferi kardeşim bana doğru geliyor. Gözlerini gözlerimden ayırmadan yanıma geldi ne diyeceğini ne yapacağını kestiremiyordum.
Birden sarıldı ve ağlamaya başladı. Benden önce davranmıştı:
"Bu secde ne kadar güzel bir şeymiş! Böyle bir huzur... Kelimeler kifayetsiz kalıyor abi."
Bu sahneleri sadece kitaplarda, filmlerde, belgesellerde görürdük. Şimdi her şey karşımdaydı, sıcacıktı, gerçeğin ta kendisiydi.
Yoksa ihtida hikâyelerinden bir kesit miydi?
Eğitim kurumuna girene kadar omzuma yanağını dayadı.
Sanki iç dünyasında bir set yıkılmış gibiydi.
Ayrılma vakti gelmişti. Caferî kardeşimiz tekrar yanımdaydı: "Abi, haftaya Cuma yine burada olur musun?"
"Olmaz mıyım kardeşim! Ama haftaya geldiğimde bugünkü secdede hissettiklerini sen anlatacaksın olur mu?"
Aramızda sözleşme yapılmıştı.
İçimde tarifsiz bir mutluluk, huzur, hatta bir tazelenme hissediyordum.
"Secde"nin, insanın bütün kaygılarını, bunalımlarını unutturduğuna bir kez daha şahit oldum.
"Kalpler, secde ile dirilir; diller, secde ile tatlanır ve ruh, secde ile huzuru bulur."
Bir gence dokunabilmek, onunla aynı hakikatte, aynı duyguda buluşabilmek, onlarca cilt kitabın bilgisine bedeldir. Çünkü ilim, pratiğe dökülmedikçe sadece bir yüktür.
Namazı, seccadeyi, secdeyi anlatırken ne kadar kelime kullansak az kalır; ama secdeye bir defa başını koyunca insan, öyle bir yakınlık duyar ki Yaradan'ıyla, kitapların dili duruverir.
Hâlâ o anın etkisiyle yazarken titriyorum.
Her Cuma, o secdenin sırrına ermeye çalışan bir yürek daha camilerden, mescitlerden tebessümle çıkacak; inanıyorum.
Ölümün ve hayatın gerçeğiyle yüzleşmekten kaçmadığımız, aksine secdeyle kendi benliğimizin derinliklerine indiğimizde, önyargılar birer birer yıkılabiliyor.
Bugün yine günlerden Cuma. Ve belki ben de o genç kardeşimin ağzından, secdenin bıraktığı tesiri dinleyerek yenileneceğim.
Çünkü insan, secdede tekrar tekrar dirilir.