Demokrat Parti’nin kuruluşunu anlatan pek çok kitapta; muhakkak San Francisco Konferansı’ndan söz edilir. Bunun nedeni olarak da, bu konferans nedeniyle Türkiye’de demokrasiye geçildiği belirtilir. Ama bu, sadece bir efsaneden ibarettir.
İkinci Dünya Savaşı’nın son yılına girilmişti. Sonradan Yalta Konferansı olarak bilinecek olan, ama o zamanki adıyla Kırım Konferansı, 1945 yılının Şubat ayında toplandığında, uluslararası ilişkilerde yeni bir döneme de adım atılmış oldu. Konferansın amacı, savaş sonrasındaki yeni dünya düzenini kurmaktı zaten. Türkiye için de konferansın özel bir önemi ve anlamı vardı.
Birleşmiş Milletler üyesi olabilmek
Konferansın Türkiye açısından önemi, Mart ayına dek Almanya ve Japonya’ya savaş ilân etmeyen devletlerin Birleşmiş Milletler (BM) üyesi olamayacakları yolunda alınan karardı. Bu iki ülkeye 1 Mart tarihine kadar savaş ilân eden devletler, 25 Nisan’da toplanması kararlaştırılan San Francisco Konferansı’na davet edilecekler ve bu konferansta kurulması tasarlanan BM’nin kurucu üyesi olabileceklerdi. Bu durumda, Türkiye’nin de, zafer kazanan müttefiklerin, yani ABD, Sovyetler Birliği ve İngiltere’nin yanında olduğunu göstermesi için artık savaşa katılması gerekiyordu.
Burada dikkat etmemiz gereken nokta; BM’nin bu tarihte henüz uluslararası bir örgüt olmayıp, Alman-İtalyan-Japon ittifakına karşı savaşa katılmış olan ülkelerin birleşik cephesini ifade etmesidir. Hatırlanmalıdır ki, 1 Ocak 1942 tarihinde, Mihver devletleri olarak tanımlanan bu ittifaka karşı savaş ilan etmiş olan ülkeler, kendilerini BM olarak tanımlamışlardı. Bu aşamada BM, Mihver devletlerine karşı savaş ilan etmiş olan ülkelerin tümüne birden verilen sıfattı.
Demokrasiye geçişin nedeni
Türkiye’de kısa bir süre sonra gerçekleşecek olan rejim değişikliğiyle ilgili olarak, hemen o sırada ortaya konulan ve daha sonraki yıllarda da yinelenen bazı görüş ve iddiaları da, bu vesileyle tartışmak yerinde olacaktır. Bilindiği gibi, Türkiye’de 1945 yılında gerçekleşecek olan rejim değişikliğinin nedenlerinden biri olarak, dış etkenler ve(ya) dış baskılar gösterilir ve bu görüşü temellendirmek için de, önemli bir argüman olarak, Yatla Konferansı kararları temelinde, San Francisco Konferansı’na katılabilmek ve dolayısıyla da BM’nin kurucu üyesi olabilmek için, Türkiye’nin bir rejim değişikliği dışında bir başka şansının bulunmadığı belirtilir. Gerçekten böyle mi oldu acaba?
Yanıtını vermeye çalışayım; üstelik bu argümanın kendisinden hareketle… Bu aşamada, açıkça görüldüğü gibi, BM’nin kurucu üyesi olabilmek için, San Francisco Konferansı’na katılabilmenin yegane koşulu, Mihver devletleri olan Almanya ve Japonya’ya en geç 1 Mart tarihine kadar savaş ilan etmekten ibaretti. Ankara da, bu koşulu yerine getirmek için harekete geçecektir.
San Francisco’ya davet edilenler
Türkiye de nihayet 23 Şubat’ta savaş ilan etti. 6 Mart’ta da konferansa katılım için davet aldı. Prosedür tamamlanmıştı. Şimdi gelelim, Türkiye’nin dışında konferansa katılan devletleri yakından tanımaya… Bu ülkeler; Arjantin, Avustralya, Belçika, Bolivya, Beyaz Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Dominik Cumhuriyeti, Ekvator, El Salvador, Mısır, Habeşistan, Fransa, Yunanistan, Guatemala, Hollanda, Yeni Zelanda, Norveç, Panama, Kanada, Şili, Çin, Kolombiya, Kostarika, Küba, Çekoslovakya, Danimarka, Haiti, Honduras, İran, Irak, Lübnan, Liberya, Lüksemburg, Meksika, Sûriye Arap Cumhuriyeti, Paraguay, Peru, Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Sovyetler Birliği, Filipinler, Polonya, Suudi Arabistan, Güney Afrika, İngiltere, ABD, Uruguay, Venezüella ve Yugoslavya, Nikaragua, Avusturya, Hindistan, Brezilya idi. Eğer BM üyesi olmak için; San Fransısco Konferansı’na katılmak için, tek-partili rejimden çıkmak gerekiyorsa; bunu ilk yapması gereken ülke, herhalde Türkiye değildi! Stalin’in ülkesinin BM kurucusu olduğu bir dünyada, kriter, asla demokrasi değildi!
Asıl kritik nokta…
Bu listeden de hemen fark edileceği gibi, San Francisco Konferansı’na katılan ülkelerin rejimleri bir tasnife tâbi tutulmamıştı. Adı geçen pek çok ülkenin rejimi, Türkiye’ninkiyle benzerdi. Ancak hiçbir ülkeden rejim değişikliği talep edilmemişti. En azından şimdilik... Mihver devletlerine savaş ilânı yeterli görülmüştü. Yani, tek-partili rejimlere sahip devletler de, BM’nin kurucu üyesi olabileceklerdi. Rejim sorunu bir ön koşul değildi. Zaten eğer aksine bir talepte bulunulmuş olsaydı, Türkiye gibi pek çok ülkenin daha bu aşamada rejimlerini gözden geçirmeleri gerekirdi. Sovyetler Birliği gibi, birçoğu için de bu zaten imkânsızdı. Dolayısıyla, bir rejim değişikliği talebi, yalnızca müttefiklerin cephesini daraltmaktan öteye bir işlev göremezdi.
Sonuçta, rejimleri ne olursa olsun devletler, tek-partili rejimler de, BM’nin kurucu üyesi olabilme şansına sahiptiler. Yalta Konferansı’nın ve 1 Ocak 1942 tarihli BM Beyannamesi’nin resmî belgelerinde, ülkelerin rejimlerine yönelik herhangi bir talep ya da koşul bulunmuyordu.
Gerekçe bulunduğunda…
Elbette BM anlaşmasına imza atılması, iç politikada serbestlik isteyenlerin elini güçlendirmişti ve bundan ayrıca yararlanmak imkânı da vardı. Yine de önceleri buna bir miktar ihtiyatla yaklaşıldı; mesela, Ahmet Emin Yalman, daha 20 Nisan 1945 tarihinde Vatan gazetesinde kaleme aldığı uzun bir yazı dizisinde; Türkiye’de rejimde meydana gelmesi beklenen muhtemel gelişmelerin, daha bu sırada dahi iddia edildiği gibi, dış kaynaklı olduğu yolundaki görüşleri reddediyordu. Yalman şöyle yazmıştı: “Memleketimizin San Francisco Konferansı’nda hürriyeti isteyenlerin ve kabul edenlerin tarafında yer alacağı[ndan] şüphe edilemez. Fakat hürriyet mefhumunun sözde kalmamasına, geniş bir ruhla tatbik edilmesine ihtiyaç vardır. [Fakat] başka milletler buna lüzum gösterdikleri için değil, kendimiz buna inandığımız ve hürriyetten vazgeçmeye hiçbirimiz hiçbir zaman razı olmadığımız için...”
KONFERANS VE DEMOKRASİ ARASINDA KURULAN İLİŞKİ
17 Mayıs’ta Vatan gazetesinde son derece ilginç ve önemli bir haber göze çarpıyordu: Dışişleri Bakanı Hasan Saka, ABD’de, San Francisco Konferansı sırasında, Fransız Reuter Haber Ajansı’na yaptığı bir açıklamada şöyle demişti: “Cumhuriyet rejimi, siyasî bir müessese olmak sıfatı ile modern demokrasinin yolu üzerinde azimle gelişmektedir. Anayasamız, en ileri demokratik anayasalar ile mukayese edilebilir ve başkalarını da çok geride bırakır. (...) Her demokrat tezahürü, harpten sonra Türkiye’de de gelişecektir.”
San Francisco Konferansı’nda Türk heyeti içinde yer alan Nihat Erim ve Feridun Cemâl Erkin de, yıllar sonra, bu görüşmeler sırasında, Türkiye’de demokratik bir yönetimin kurulacağına ilişkin olarak bazı açıklamalarda bulunmaları için, bizzat İnönü’den talimat aldıklarını açıklayacaklardır.
DP’nin müstakbel kurucularından Adnan Menderes de, yine bu sırada TBMM’de, rejimin zaaflarını ilk kez dile getirmeye cesaret ederken, tesadüfen aynı gün, yurt dışında Dışişleri Bakanı Hasan Saka, rejimde “demokrat” bir gelişme olacağını, yabancı basına ve kamuoyuna duyuruyordu. Menderes’in bu açıklamadan haberi var mıydı, bilmiyoruz. Fakat San Francisco Konferansı’ndaki resmî ya da gayri resmî açıklamalar da göz önüne alınırsa, bu sırada Batı dünyasına bir açılımda bulunulduğu kesindir. Menderes, muhtemelen Ankara’nın San Francisco’daki resmî ya da gayri resmî açıklamalarından habersizdi.
Sabiha Sertel, Dışişleri Bakanı Hasan Saka’nın söz konusu demecinin Vatan gazetesinde yayınlandığının hemen ertesi günü, 18 Mayıs’ta, bu açıklamayı şöyle yorumluyordu: “Türk Esas Teşkilât Kânunu [1924 Anayasası], demokratik prensipleri ihtiva eden, ileri bir kanundur. Bütün dünya milletlerine ve fertlerine vaat edilen geniş demokratik hakları vermek zamanı gelmiştir. (...) [ABD Başkanı] Roosevelt’in dünyaya vaat ettiği, San Francisco Konferansı’nda milletlerarası anayasaya geçeceği söylenen dört hürriyetin, Türk vatandaşlarına da teşmili... (...)
[Türkiye], milletlerarası manzumeden ayrı, Merih’te yaşayan, mücerret bir devlet değildir. Dünyanın daha iyi bir demokrasiye, daha geniş halk hâkimiyetine geçtiği bir devirde, Türkiye’de de her nevi neşir, teşkilâtlanma, ihtiyaçtan ve korkudan kurtulma hürriyetlerinin tatbik edileceği geniş bir saha vardır. (...) Dışişleri Bakanı [Hasan Saka]’nın San Francisco’dan gönderdiği bu müjdeyi, Türk demokrasisinin daha ileri bir safhaya geçişinin ilk işareti [olarak] telâkki edebiliriz.” İşte; ilerideki yıllarda konferans ile demokrasi arasında kurulacak olan bağlantının ilk örgüleri, daha bu sırada atılmaya başlanmıştı bile… Bu politik bir argümandı; fakat tarihsel akış içinde kesinlikle doğru değildi.