Şimdi başımıza bir de kimyâsal, biyolojik ve bakteriyolojik silahlar çıkdı!
Bu tür silahı târihde ilk defâ Ispartalılar Pelepones Savaşları (M.Ö. 431-404) sırası kullanmışlar: Atinalılara karşı kükürd dioksid gazı sıkıp havanın yoğunlaşmasını ve böylece artık solunamaz hâle gelmesini sağlayarak Atinalıların fecî şekilde boğularak ölmelerine yol açmışlar, iyi mi?
Son olarak geniş çapda kullanıldıkları yer 16 Mart 1988’de Halebce!
Irak merkezî güçleri burada yaklaşık 5.000 Kürdün ölümüne ve yine yaklaşık on bin kadarının kısmen fecî şekilde sakatlanmasını “sağlamışlar” (neûzübillah!).
Daha önceki ve bâzıları Birinci Cihan Harbi’nden öncesine dayanan kısmî birkaç anlaşmaya rağmen bu tür silahların kullanımını tam mânâsıyla engellemek maalesef mümkin olamamış.
İlâveten 1997’den bu yana gûyâ yürürlükde bulunan bir “Kimyâ Silahları Sözleşmesi” mevcud.
Onun ne kadar işe yaradığı ise meçhûl.
Eğer Sûriye Hükûmeti samîmiyetle tam işbirliğine gitseymiş 75.000 asker on sene boyunca aralıksız çalışarak Sûriye’deki kimyâsal silah mevcûdunu ancak yokedebilirlermiş.
Bunlar benim şöyle bir taramayla üç ilâ dört dakıykada topladığım ve hepsi de “güvenilirkaynaklardan” bilgilerin sâdece cüz’î bir kısmı. Bunu laf olsun diye yazmıyorum. Gerçekden de iki üç tık ile bir anda kendinizi bir enformasyon denizi ortasında buluyorsunuz. Yâni ortada öyle “büyük fedâkârlıklar sonucu aşırı zahmetle elde edilmiş.” bilgiler filan yok!
Herşey ayan beyan meydanda!
Bu kimyâsal, biyolojik ve bakteriyolojik silahların fecâati, konvansiyonel, yâni alışılagelmiş klasik denilebilecek silahlardan farklı olarak, atıldığı yerde hayat nâmına tek bir zerre bile bırakmaması! Meselâ bir kalabalığın ortasına bir bomba fırlatdığınız zaman orada aşağı yukarı dâimâ sağ kalabilen birkaç kişi çıkıyor. Ama bunlar öyle değil!
Ölü bebeklerin kitle hâlindeki cesedlerini gördüğüm zaman saatlerce ağladım.
O yüzden günlerce bu konuda tek satır yazamadım, kalem tutulması...
Şimdi aklıma geldikçe yine fenâ oluyorum. Sanki bir el gırtlağımı sıkıyor.
Öte yandan bu alçaklık herkesin öylesine bilincinde ki kullananlar dahî îtirâf etmekden çekiniyorlar.
Farkındaysanız, “Evet, biz kullandık, atan biziz!” diyen yok!
Ama ufak çapda hem Asya’da hem de Afrika’da muhtelif kereler kullanıldığına dâir sağlam ipuçları bulunuyor.
Kimyâsal, biyolojik ve bakteriyolojik silahların, öbürlerine nazaran çok az yer tutmaları da kullanmayı planlayanlar için bir avantaj tabii. Öyle tank, uçak, muhrib vs. gibi değil; büyücek birtakım çekmeceler...Netîceten nakledilmeleri de çok basit.
Türkiye’nin Sûriye’deki kimyâsal, biyolojik ve bakteriyolojik silahları son derece ciddîye almasından daha normal bir şey olamaz, zîrâ güney komşumuz zâten “geleneksel” olarak Türkiye ile dâvâlı. Hatay meselesi yüzünden bize karşı hep hasmâne bir tutum içinde.
Bu ülkede öteden beri aklı başında bir rejimin bir türlü kurulamamış olması, bizim yönümüzden meselenin ciddiyetini daha da arttıran bir faktör.
Bunda ise Sûriye’nin, tıpkı Irak gibi Batılı “dostlarımız” tarafından 1918’den sonra sun’î şekilde yokdan vâredilmiş bir “entité” olması etken.
Serserî mayın gibi bir ülke.
Bu arada TSK’nın bu tehlikeye karşı DA hazırlıksız olması şâyân-ı dikkatdir.
Uçağımız düşürülür, karşılığını veremeyiz!
Topraklarımıza kasden bomba fırlatılır hâkezâ!
Savaş gemilerimiz tâcize uğrar, cevâbımız “dikkatle izlemek” olur!
Sûriye’yle 912 kilometrelik sınırımız vardır; yolgeçen hanıdır, dikkatle izlemeye devâm ederiz!
Askerlerimizin kafasına çuval geçirilir, kafamızda çuval olduğu için onu dikkatle izlemekden dahî âcizizdir!
Ama içimi ferahlatan iki husus var ki onu zikretmesem vicdânım rahat etmez:
Orduevlerimiz, neme lâzım, gül gibi!
Her biri beşer yıldızlı birer otel!
Orada “vatanî” hizmetlerini îfâ eden 60.000 (yazı ile: Altmış bin!) Mehmedcik, Mevlâya şükürler ola ki, çakı gibi işlerin başında!
İkincisi ise subay maaşlarının “askerî sır” olarak vatandaşdan gizli tutulması!
Eh, tam yeri geldi:
Bundan âlâsı,
ŞAM’da kayısı!!!