Bâzen yaklaşan bahar kış ortasında hissedilir.
Isı belki de sıfırın altında seyrederken ve bütün ağaçların dalları henüs kupkuru, çırılçıplakken ansızın içinizde bahârı duyumsarsınız. İşte o an, içinizde bahârı hissetdiğinize mi yoksa “duyumsamak” gibi nevzuhur bir kelimeyi kullandığınıza mı hayret etdiğinizi tam mânâsıyla idrâk edemediğiniz andır ve böyle anların hayâtımızda zaman zaman önemli, hattâ fevkalâde önemli rol oynadığı da görülmüşdür.
Benim ömrümde böyle birkaç an cereyân etdi.
Bundan onyıllar önce bir gece treniyle Köln’den Paris’e gidiyordum.
Bozuk bir hâlet-i rûhiye içindeydim. Üç beş gün içinde hayâtım, altüst olmadıysa bile oldukça sarsılmış, düzenim bir bakıma işlemez olmuşdu. O sıralar düzenli bir gelirim yokdu. Parça başına işler yapıyor ve bir ay, diyelim ki on beş bin D-Mark kazanıyorsam müteâkib ay 300 markla nefs-i kifâf eylemek zorunda kalıyordum.
Ama benim gibi “gençlerin” bu tür istikrarsızlıklardan etkilenmesi tabii ki düşünülemezdi. Alt tarafı 38/39 yaşlarındaydım...
O akşam, daha doğrusu geceyarısı Paris ekspresine atlayıp, hiç hesabda yokken oraya gitmek zorunda kalışım da hayâtımdaki bu istikrarsızlıkla ilgili pestenkerânî bir hâdiseydi. Asıl değinmek istediğim bu değil.
Kısacası ertesi gün orada olmam ve o sıralar hazırlamakda olduğum bir filmle ilgili olarak bâzı teknik sorunları çözmem gerekiyordu.
Mâlî bakımdan adamakıllı da sıkışıkdım.
Bu durumlarda hep yapdığım üzere tabii ki bileti birinci sınıf aldım ve tren hareket etdikden sonra yerimde de oturmayarak restorana geçdim.
Sanki Paris’e cebimde tek bir kuruş olmaksızın inmeye ahdetmişcesine en pahalı şarabı ısmarlayıp kös kös önüme bakarak vakit geçiriyordum. Bu ekspreslerde zâten doğru dürüst şarab bulunmaz. Bakkaldan beş liraya alacağınız şişeyi size onbeş liradan sokuştururlar.
Böyle bir iki saat geçirip ikinci bir şişeyi de kemâl-i âfiyetle gövdeye indirdikden sonra yine ansızın fecî bir keşifde bulundum. Cebimdeki para hesâbımı ödemeye yetmeyecekdi!
Sırtımdan aşağı soğuk bir ter dalgası akıp bir anda ayılmama sebeb olurken derhâl karar verip rezâleti sona erdirmek üzere ilk adımı atdım.
Servöz kızı çağırarak hesâbı ödeyemeyeceğimi söyleyecekdim.
Gülerek yanıma yaklaşdı ve “Hesab ödemenize gerek yok.” dedi. “Bu Bey Brüksel’ekadar burada içilen bütün içkileri üstleniyor.”
İleriki masalardan birinde yaşlıca ve kilolu bir zât oturuyordu.
Doğum günüymüş ve birkaç ay önce zevcesini kaybetmiş.
Yıllar önce yine “böyle” bir 14 Şubat akşamı daha sonraki eşiyle bir Brüksel yolculuğu sırası tanışdığı için vedâlaşıyormuş.
Yarın (bugün!) ne yazacağımı düşünürken aklıma bu geldi.
Eğer fazlaca şahsî bir konuydu derseniz özür dilerim.
Bir daha tekerrür etmez!