Aysel Tuğluk’a baktığımda, adeta 70’li yılların siyasetinden zamanımıza ışınlanmış bir figür görüyorum. Haklılığını her şeyi açıklama gücüne sahip teorisinden alan kesin inançlı bir fanatiğin zamanını şaşırıp günümüze düşmüş görüntüsü bu.
Ama ne yazık ki gerçek.
Ve devletin kirli sicili, ona 70’li yılların Türk solunun hep hayalini kurup hiç sahip olamadığı bir “nimet” bağışlamış; geniş bir kitleye dayanma gücü vermiş.
Tam da bu yüzden, onun hep haklı, hep mağdur, haklılığını mağduriyetinden alan, hayatın sırrını çözmüş bir teorisyen edasıyla, kısa ve kesin hüküm cümleleriyle söylediklerini, bir totaliterin siyaset okumaları olarak tanımlayıp bir kenara koyamıyoruz.
Yıldıray Oğur’a yazdığı açık mektup, Spinoza’yla bezenmiş olsa da, enikonu diğer bütün milliyetçilikler kadar coşkulu ve yine onlar kadar bayağı bir perspektif ve dili ifade ediyor. Ve sorunun hala çözülememiş olmasında Kürt milliyetçilerinin payına dair ipuçları veriyor.
“PKK, son ferdine kadar direnir, savaşır ama teslim olmaz” diyor Tuğluk. Aslında “son neferine kadar Türk vatanının her karışını...” söylemini tekrarlıyor “tespit”inde.
“PKK’nin kullandığı şiddet” Tuğluk’a göre “politik karşı şiddet”miş. Böyle bir kavram olur mu, şiddet varsa orada politika kalır mı, Arendt neden “siyasal şiddet bir oksimorondur” demiş, burada o tartışmalara girmeyelim. Ama söyler misiniz, yola mayın döşemeyi, asker, polis ve sivil siyasetçi öldürmeyi “politik şiddet” sayacaksak, JİTEM’in yargısız infazlarını da “devlet terörü” yerine aynı sempatik “politik şiddet” kavramının içine koyacak mıyız?
Yoksa, ister devlet tarafından işlensin ister PKK, cinayete cinayet mi diyeceğiz?
***
“Ezenin şiddetiyle ezilenin şiddetini aynı kefeye koyup değerlendiremeyiz” diyor Tuğluk. Sahi nedir bu ayrımın hikmeti? Şiddetin meşruluğunun temel kriteri bu mudur, yoksa “ezen”i ve “ezilen”i aşan daha üstün başka bazı değerler mi? Örneğin evrensel hukuk, adalet ve insan hakları mı? Neden Uluslararası Af Örgütü gibi insan hakları örgütleri, Tuğluk’tan farklı olarak, muhalif silahlı gruplardan gelen insan hakları ihlallerini de aynı şekilde mahkum ediyorlar da “ama onlar ezilen, onlarınki mubahtır” demiyorlar?
Tuğluk, PKK’nın yürüttüğü şiddeti ulusal ve politik olanın ötesinde, kabul edilebilir bir ahlaki zemine dayandırmak için herhangi bir düşünsel çaba içine girmiyor. Örneğin İngiltere’ye karşı başkaldıran Amerikalıların yaptığı gibi bunu “doğal hukuk” veya “direnme hakkı” gibi felsefi bir zemine oturtma gereği duymuyor.
Çünkü içinden geldiği geleneğin böyle bir ahlaki zemin iddiası hiç olmadı; tıpkı aynadaki suretini taşıdığı Kemalistlerin olmadığı gibi. Olan zeminden de çıka çıka totaliter “KCK Sözleşmesi” çıktı.
***
Tuğluk’un dili, kınadığı Çiller’inkine benziyor aslında. O da “devlet uğruna kurşun atanı ve yiyeni” kahraman görüyor.
Oslo sürecine ve bugünkü duruma dair söylediklerinin çoğu doğru değil. Ama bunun çok da önemi yok. Çünkü asıl konuşulması gereken bu değil.
Tuğluk bir konuda haklı.
Gerçekten de ortada söylenmeyen bir şey var: Bu da onun ve siyasi çizgisinin kötülüğü mahkum etmeyi başaramadığı.
Söylenmeyen, onların “yüce ulusal bir dava” adına kan dökmeyi mubah gördükleri ve bunu barış ve demokrasi söylemiyle meşrulaştırılmaya uğraştıkları. Asker, polis veya sivil, masum insanları sinek öldürürcesine kolay katleden bir örgütün işlediği kötülüğü izah etmeye, mantığa büründürmeye, hatta yüceltmeye çalıştıkları.
Yine söylenmeyen, bir kısım demokratın da utanç verici bir sessizlikle bu kötülüğü görmezden geliyor olduğu.
Asıl söylenmeyen gerçek bu ve gerçeğin en önemli kısmı bu.
Ben Tuğluk’u okurken, bir totaliterin şiddet dilini duyuyorum. O Spinoza’yla başlamış, ben de Yunus’la son vereyim: “Nice yumuşak söylese / sözü savaşa benzer.”