Biz kendi içimizde neredeyse her gelişmeyi bir şekilde yakın geleceğin siyasi mimarisi üzerinden okumaya çalışırken; etrafımızda, üstelik küresel ölçekte sonuçlar doğuran gelişmeler yaşanıyor.
İran ve ABD arasında, esasen Tahran’la uluslararası sistem arasında varılan ‘ön anlaşma’nın, kime ne getireceği, tarafların beklentilerini karşılayıp karşılamayacağı, daha da önemlisi ambargolardan sıyrılan bir İran’ın nasıl bir dönüşüm yaşayacağı herkesin merak konusu. Bizim açımızdan elbette meraktan öte, geleceğimizi doğrudan ilgilendiren ve daha şimdiden etkilemeye başlayan bir gelişme.
Türkiye’de İran’la ilgili analiz yapmanın zorlukları var. Her ikisi de bir şekilde ideolojik kaynaklardan beslenen sevgi ve nefret kıskacında yaklaşımlarla Tahran’ı anlamak imkansız. Öte yandan uzun zamandır aktif çatışma yaşanmasa da her an hissedilen bir rekabetin, bu anlama çabasında ihmal edilmemesi gerekiyor.
Şimdi Tahran yönetiminin bu yeni hamlesini, özellikle kendi iç kamuoyuna bir zafer olarak sunmasından, bölgesel etkilerine ve Suriye, Irak ve Yemen benzeri alanlardaki çatışmaya kadar pekçok boyutuyla dikkatle ele almak zorundayız.
Belli ki İran halkının geniş bir kesimi, ambargoların da getirdiği bir yorgunlukla ABD ile esen bu bahar rüzgarına hayli sıcak. Yeni yönetimin de bu arayışları doğru okuyup yönledirdiğini söyleyebiliriz.
Hasan Ruhani döneminin başından itibaren ABD Başkanı Barack Obama ile verilen ortak mesajlar, nükleer enerji konusunda devam eden müzakerelerin her geçen gün daha düşük gerilimle devam etmesi, böyle bir anlaşma sürecinin habercisiydi. Peki kazanan kim? Nükleer kartını ısrarla masada tutup, ambargoların kalkması ve uluslararası sistemle entegre olunması yönünde hareket eden Tahran mı? Yoksa onun nükleer silah yapmasının önüne geçen (?) ve bunun karşılığında da onu ‘sistem’e davet edenler mi?
Bunları konuşmak için erken diyenler var. Ama burada karşılıklı ciddi bir ‘kazan-kazan’ ilişkisi olduğunu söylemek zorundayız. Elbette ne İran’la ‘sistem’ arasındaki yakınlaşma öyle kolayca gerçekleşecek kadar sıradan bir süreç. Ne de Tahran yönetiminin doğrudan taraf olduğu sorunlardan elini kolayca çekmesi. Ancak İran’ın sahip olduğu ekonomik potansiyel, özellikle de doğalgaz üzerinden Batı’yı sağlayabileceği ‘nefes alma’ imkanı, belli ki iştahları kabartmış durumda.
Batı ile Rusya arasında Ukrayna krizinde somutlaşan restleşmenin ardından, İran’la ilgili böyle bir sürecin hız kazanması son derece anlamlı. Moskova yönetiminin, Ankara üzerinden yaptığı dev enerji hamlesi, eğer gerçekleşirse bölgesel dengeleri alt üst edeceği gibi, küresel ölçekte de Rusya’ya dönük öfkeyi artırmaya aday. Peki Rusya, Suriye başta olmak üzere pekçok konuda stratejik işbirliği içinde olduğu İran’dan bu denli kolay vazgeçebilir mi? İşte bu çok kritik bir soru ve galiba en az İran kadar bizi de ilgilendiriyor.
Konu elbette dönüp dolaşıp Türkiye’ye geliyor. Bir seçim arafesindeyiz. Siyasi dengeler yeniden kurulacak. Suriye konusunda istediğimiz manevra alanını bulamıyoruz. ABD yönetiminin kelimenin tam anlamıyla ‘diline vuran’ Suriye politikasızlığı ve Esad’ın gitmesi konusundaki isteksizliği bunu sürekli besliyor. Öte yandan DAİŞ konusunda üzerimize yapıştırılmak istenen imajı yeterince atabilmiş değiliz. Belki de tam bunlar üzerinden Tahran’ın nasıl bir ‘rol çalma’ hamlesine soyunduğunu anlamak gerekiyor.
Bu hafta İran gündemde olacak. Türkiye merkezli olarak konuşmaya devam edeceğiz.