Sağ elinizin verdiğini sol eliniz görmesin diyorsanız sahiden; öylesine davranamazsınız. Hissediyormuş gibi, canınız yanıyormuş gibi, yüreğiniz sahiden çarpıyormuş gibi olamazsınız. Ya sahiden canınız yanar, ya yüreğiniz sahiden çarpar yahut herkesin kendisini ve birbirini kandırıp durduğu sahteliklere ortak olursunuz.
Hiç hazzetmedim bugüne kadar ‘empati’ sözünden. Biri kendisini bir başkasının yerine koyarmış, onun gibi hissetmeye çalışırmış da, anlarmış acısını, halini, yüreğini. Bilmediğin, tanımadığın, birlikte kanamadığın bir yüreği paylaşmak öyle mi? Bütün hayatımız öyleymiş gibi davrananlarla doluyken, kendimizi kandıracak kılıflar bulmanın ne alemi var ki.
Orada burada, büyük meşguliyetlerinden arta kalan zamanlarında, kendilerince büyük fedakarlık ederek acısı olan insanlara yardım etmek isteyenleri hiç anlamadım bugüne kadar. Bir yoksulun başını okşamayı golf oynamaktan daha güzel hale getiren nedir ki onun için? Evladını dağlarda kurban vermiş bir annenin acısına ortak olmaya çalışmak, onunla ‘empati’ kurmak, neden haftasonu yatınızla gezmekten daha keyifli olsun ki? Nedir bu, kanayan vicdanları bastırmak mı? Sıkıldığımız haftasonu etkinliklerine yeni bir heyecan katmak mı? Sağ eliyle verdiklerinin, sol eliyle ‘piar’ını yapanlar için ne kadar boş sözler bunlar değil mi!
Çocuktum. Bir cenaze evinde. Trafik kazasında çocuklarını kaybetmiş bir annenin feryatları. Babanın utangaç gözyaşları. Evin içinde, büyük bahçesinde tanıdığım tanımadığım onlarca insan. İlk kez orada canı yanıyormuş gibi davrananları, hemen ardından fısıltıyla dedikodulara dalanları, dağıtılan yemekleri, helvaları umarsız bir iştahla yiyenleri gördüm. Kala kaldığımı, ağlamakla gülmek arasında sıkıştığımı hatırlıyorum.
İşte belki o gün bugündür, birinin bir başkası gibi kalbinin ta ortasından yanacağına, acısını paylaşacağına inanmakta hep zorlandım. Yüreği parçalanmış bir annenin birkaç adım ötesinde, iştahla dedikodu ve helva tüketenlerin ikiyüzlü halleri gitmedi gözümün önünden.
Orada, o sahteliğin ortasında onlardan olmayan halimle kalmayı ne kadar istedim, bilmiyorum. Ama büyüdüm. Hiçbir şey değişmedi. İnsanlar değişmedi. Onlar hep helvanın ve herhalde onun kadar lezzetli olan dedikodunun peşinde, ama aynı umursamazlıkla, aynı sahte duruşla paylaşıyormuş gibi yapan insanlar oldu. Büyüdüm, ama ben de onlarla küçüldüm. Zerre kadar hissetmediklerini öyleymiş gibi gösterenlerle oldum. Ne acı, galiba onlardan oldum.
İşte öyle olduğum için şimdilerde ‘sorunlarını konuşmak’ için psikiyatriden medet uman dostlarımı uyaracak gücüm kalmadı. Kredi kartlarına teslim olmuş debelenip duran dostlarıma, kesip atın bu zehri hayatınızdan diyecek cesaretim de. Bildim ve kabul ettim ki, eğer onların acısı benim acım, dertleri benim derdim olsaydı, doktorlara, bankalara değil, birbirimize sığınacaktık. Eğer sağ elimin verdiğini sol elimle dünyaya ilan etmeseydim, dostlarım yüreklerini tanımadıkları, bilmedikleri empati tüccarlarına değil, bana açacaklardı. Şimdi yüreğine uzman gözüyle bakanlara, ruhlarını küçük puntolarla yazılmış sözleşmelerle satın alanlara emanet her şeyimiz. Seyredenin suça ortaklığı işleyenden daha az değil üstelik. Çünkü senin dostlarından, kardeşlerinden esirgediğin ‘birikimler’le soyuyorlar onları. Senin esirgediğin merhameti, senin ayıramadığın zamanı, senin vermediğin her şeyi ‘piyasa’da satın almaya çalışıyorlar. Ha doktorlardan, ha bankalardan yahut da bir başkasından, ne fark eder ki.
Bir elimizden ötekine olan mesafe ne kısa değil mi? Ama bütün hayat burada dönüyor işte. Sağ eliyle, sadece sol eli görsün diye verenlerin dünyası artık.