70’li yılların ortalarında, Sovyetler Birliği’nin komşu ülkelerdeki haklara rejim ihracı yaptığı ve kendisine yakın duracak ekipleri iktidara getireceği öngörüsüyle, ‘batı’ dünyasının benimsediği bir Yeşil Kuşak projesi vardı.
Proje, Müslüman nüfusa sahip ülkelerde ‘ılımlı İslami’ rejimlerin kurulmasını sağlamaktı. Kimi ülkelerde darbe yapılması sağlandı, kimilerinde ise halk devrimi. Hatta Pakistan, parçalara bile ayrılmıştı. Tabi bu hamle karşısında Sovyetler de boş durmamış, o da benzer bir yöntemle başka tür darbelerin yapılmasına destek vermişti.
Türkiye’de darbe, İran’da devrim tesadüfen aynı tarihlerde olurken ve buralarda denetlenebilir İslami rejimlerin inşası planlanırken, Irak ve Suriye’de otoriter laik rejimlerin sağlamlaştırılması söz konusu olmuştu. Yine bu yıllarda Filistin mücadelesini sürdüren FKÖ giderek üçüncü dünya solculuğuna kaymış, sonunda mücadeleyi bölecek çözüm yine İslam’da bulunmuştu. İddia, Hamas’ın bile İsrail tarafından kurulduğu yönündeydi.
Yeşil kuşak projesinin özü, İslami değerlerle Sovyet tipi sosyalizmin uyuşmayacağı, daha ziyade Müslümanların komünist olmayacakları varsayımına dayanıyordu.
‘Yeşil Kuşak’ın sonucu
Proje başarıyla yaşama geçti; öngörüldüğü gibi devrimler, ihtilaller oldu, ülkeler bölündü, örgütler kuruldu; bu ülkeler de komünist olmadı. Ancak hesaplanmamış çok önemli bir durum ortaya çıktı. Hiçbir ülkede denetlenebilir ılımlı İslami bir rejim kurulamadı. Türkiye, İslami kesimleri siyasetin dışına attı; Pakistan ve Afganistan atmaya uğraştı, diğer ülkelerde ise tamamen İslami yönetimler kuruldu.
Var olan, doğal seyrinde ilerleyen siyasal ve sosyal dengeleri yıkmakta başarılı olan bu proje, yerine gelen konusunda tamamen çuvalladı. Zira İslami rejimlerin ve İslami çevrelerin siyaseti, anti-Amerikancılığı esas aldı. Sovyetlerin yıllarca uğraşıp başaramayacağı bir durumu, ABD tek başına başarmış oldu.
Ancak Sovyetlerin bu durumu değerlendirecek zamanı olmadı; Afganistan’ı ABD’ye kaptırmama heyecanıyla bu batağa saplandı ve kendi yıkımını hazırladı. Sonuçta Rusların Ortadoğu’da halkların nefretini kazanacak kadar açık eylem yapmalarına fırsatları olmadı; ama ABD yeterince güvensizlik kazandı.
Tersinden Yeşil Kuşak
Rusya, yeniden yapılandıktan sonra, daha önce değerlendiremediği avantajları yeniden gözden geçirdi, Ortadoğu halklarına yeniden el vermeye başladı. Bu arada ABD’nin de ‘ılımlı İslam’ projesinin devrede olduğunu ve halkları başkalarına kaptırmak yerine kendisinin de muhatap olabileceği Müslüman liderlere teslim etmeye çabaladığını belirtmek gerekir.
Ancak yıkma konusunda başarılı olan projeler, yapma konusunda yeniden sorunlarla karşılaştı; zira Müslüman halkların bazıları belirlenen değil kendi liderlerini aramakta ısrarlı davrandı; üstelik anti-Amerikan politikaların donanımıyla.
Bunun üzerine Arap Baharı ile birlikte politika değişti, İslami referanslı hükümetlerin desteklenmesinden vazgeçildi. Ortadoğu’daki halk hareketlerinin arkasında Rusya parmağı arandı; Rusya’nın desteklediği rejimlerin karşısında da ABD’ninki. Dolayısıyla bir tür üçüncü soğuk savaş sürecine girildi.
İşte tam da bu nedenle Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri ABD’nin desteklediği ekipleri destekliyor; zira bu ülkeler stratejik olarak safları belli ülkeler ve Rusya’yı yakın coğrafyalarında katiyen görmek istemezler. Dolayısıyla klasik ortaklık ABD-İsrail-Suudi Arabistan olarak devam ediyor.
Bu dizgide iki ülkenin, İran ile Türkiye’nin tutumları, hem ittifak zincirini hem de kendi kaderlerini belirleyecek gibi.