İngilizler, Fransızlar ve Ruslar birinci dünya savaşına bir yandan kendi hegemonyalarını sürdürmeleri yolunda ciddi bir risk oluşturmak suretiyle yükselmekte olan Alman gücünü tasfiye etmek diğer yandan Osmanlı’nın elindeki stratejik coğrafi bölgeleri ele geçirip paylaşmak üzere dâhil oldular.
Fransızlar “Levant” adı verilen Suriye, Lübnan, Filistin ve bizim şimdiki doğu Akdeniz bölgesini kapsayan geniş bir coğrafyanın kontrolüne talipti. “Güneşin yükseldiği yer” anlamına gelen Levant terimi geçmiş asırlardaki kullanımıyla Avrupa’ya göre doğuyu ifade ediyordu. Dünya ticareti bakımından stratejik öneme sahip olan bu coğrafyanın kontrolü Fransa’nın uzun zamandır rüyasını gördüğü bir ödül olacaktı.
İngilizler ise çok fazla bir şey istiyor görünmüyorlardı. Mısır zaten ellerindeydi. Hindistan, Afganistan ve -kısmen- İran topraklarını çoktan zapt etmişlerdi. Körfez bölgesinin de büyük oranda İngiliz kontrolünde bulunduğunu hatırlayalım. Birinci Dünya Savaşının ganimeti olarak bugünkü Irak topraklarından başka bir şey istemiyordu Kraliçe’nin hükümeti.
İngilizler ve Fransızlar daha 1916’da Marc Sykes ile Georges Picot tarafından hazırlandığı için “Sykes-Picot planı” diye anılan ve birinin Levant bölgesini, diğerinin Mezopotamya’yı almasını öngören gizli bir paylaşım anlaşması imzalamışlardı.
Moskova için ise Levant bölgesinin Fransızlara bırakılması da, Mezopotamya’nın İngilizlere terk edilmesi de fazla önem taşıyor gibi görünmüyordu. Varsa yoksa İstanbul ve Boğazlar diyordu Rus tarafı. Çünkü sıcak denizlere ulaşmak -ve bu arada Karadeniz’in güvenliğini konsolide etmek ve güneydoğu Avrupa’daki Slav bölgesinde egemenlik sağlamak- için İstanbul ve Çanakkale Boğazlarına sahip olmak Rusya’nın tarihî politikasının gereğiydi. Bu hedefine ulaşmasının karşılığında ortaklarının da Levant ve Mezopotamya’yı ele geçirmelerine itirazı yoktu .
Gerçi İngilizlerle Fransızların İstanbul ve Boğazları Çar’ın kontrolüne bırakmaya niyetlerinin olmadığının belirtileri daha Çanakkale kuşatması sırasında ortaya çıkmıştı ama Rusların kâğıt üzerinde kendilerine vaat edilen ödülle yetinmek dışında şansları da yoktu.
Rusya 1917’de patlak veren Ekim Devrimi sonrasındaysa Birinci Dünya Savaşından çekildi ve dolayısıyla savaştan sonra yapılan ganimet paylaşımında yer alamadı. Bunun acısını ise ikinci büyük savaştan sonra -yine birinci savaşın paylaşım sofrasında yer bulamamış olan- ABD ile birlikte Yalta’da çıkaracaktı.
Avrupalı güçlerin Birinci Dünya Savaşı ertesinde Ortadoğu bölgesinde kurmaya çalıştıkları hegemonya düzeni pek sağlıklı işlemedi ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeni bir düzen kuruldu. Fransa’nın bölgeye yönelik arzu ve ilgisi devam etmiş olsa da bu coğrafya bu tarihten sonra esas itibarıyla ABD-SSCB rekabeti ekseninde gelişen siyasi gerilimlere ev sahipliği yaptı.
Şunu da unutmamak lazım: Ruslar Çarlık döneminde erişemedikleri bazı coğrafyalarda bu dönemde iki kutuplu dünya sistemi ve tabii komünizm ideolojisi sayesinde etkinlik kazandılar.
Şimdi mutasavver “Cenevre 2” Konferansı’nın bir tür “ikinci Yalta” işlevi görmesini bekleyenler var. Bu kadar hikâyeyi onun için anlattım. Eğer bu konferans toplanabilirse burada yine ABD ve Rusya masaya oturacaklar ve Suriye’nin geleceği konusunda bir karara varacaklar. Bazıları ABD’nin müdahale tehdidi karşısında hemen pazarlığa açık olduğunu gösteren Rusların bu pazarlık masasında Esed’i satması ihtimaline bel bağlamış görünüyorlar. Tarihten ders çıkarmak mümkün bir şeyse, Rusların Esed rejimini kolayca gözden çıkarmasını beklememek lazım. Çünkü Rusların korumak istedikleri şey Esed ailesinin iktidarı değil, kendi çıkarları.
Ama Rusya gibi büyük bir devletin sürdürülebilir olmayan bir pozisyonu muhafazada ısrarcı olması da beklenemez. Dolayısıyla burada ancak Washington’un kararlılığı söz konusu olursa bir gelişme mümkün olabilir gibi görünüyor.