Amerika’nın, Erdoğan’ın BM Genel Kurulu çalışmaları nedeniyle New York’a yapacağı ziyaretin hemen öncesinde, eski bakanlardan Zafer Çağlayan’ı “Rıza Sarraf dosyasına” eklemesi dikkat çekici. Dava, Türkiye’nin ilk “sivil görünümlü” darbe girişimi 17-25 Aralık dosyaları üzerinden devam ediyor. Ana beyni, o dönem, ABD Hazine Bakanlığı Müsteşarı olan, devamında da CIA Başkan yardımcılığına getirilip, 15 Temmuz’un başarısız olmasından sonra teşkilattan çıkarılan David Cohen kuşkusuz...
Sistem, önce 17-25 Aralık, devamında da 15 Temmuz’da duvara toslayan David Cohen’i devredışı bıraktı ama, karşımızda New York’un bağımsız(!) görünen savcıları var...
Bu arada, olayın kilit ismi Rıza Sarraf denilen şahıs, çift taraflı çalışan bir operasyon adamı mıdır, neden kendi ayağıyla ABD’ye gitmiş, Türkiye aleyhine yürütülen bir operasyonun hem merkezinde hem de gölgesinde olmayı başarmış bir kişidir, bunu aydınlatmak da kuşkusuz MİT’in işi...
Belli ki, ABD bu olayda önce kendi egemenliğinin takipçisi... Dünya enerji sektöründe Dolar dışı para birimleri ile yapılan ticareti önlemekte kararlı, ama, dava, giderek, ABD’nin Ortadoğu politikasının da ayrılmaz parçası haline dönüşüyor.
Erdoğan’ın cevabı önemli...
Erdoğan-Trumptelefonda buluşmuş, New York’ta ikili bir temas konusunda da anlaşmaya varmışlar, buraya kadar herşey, iki “müttefik”(!) ülkenin liderleri açısından normal...
Fakat, ufukta kara bulutlar var, bir türlü dağılmıyor, İrma kasırgası gibi, adım adım yaklaşıyor, tahrip gücü de çok yüksek...
Amerika, artık bir PKK müttefiki...
Türkiye ise, bu örgütü ortadan kaldırmakta kararlı operasyonlar sürdürüyor, özellikle, Irak-Suriye coğrafyasında Amerikan bayrağı altına saklanmış bir “terör koridoruna” asla izin vermeyeceğini söylüyor...
Siyaset, bazen, “uzlaşmaz çelişki” olarak adlandırıcağımız bir noktaya gelir, tıkanır, Türkiye-Amerika ilişkisi bu halde...
Böyle durumlarda, kendini“güçlü gören” muhatabını, “ikna değil, razı etmeye” çalışır, elindeki kartları tek tek masaya sürmeye başlar.
Türkiye-Amerika ilişkisinde gelinen nokta bu: Artık ikna edemeyeceklerini anlamış durumdalar, razı olmaya zorlayacaklar...
Rıza Sarrafolayı, giderek yükselecek “şantaj politikasının” önemli unsurlarından biri olarak karşımızda duruyor, bugün Zafer Çağlayan, yarın belki de doğrudan Recep Tayyip Erdoğan...
Trump’ın elinde ABD-PKK ittifakına dayalı bir dosya var, bu dosyaya Erdoğan’ın vereceği cevap, yalnız ikili ilişkileri değil, tüm Ortadoğu’nun geleceğini belirleyecek önemde...
Uzlaşma sağlanamadığında hazır kıta bekleyen o savcılar ne yapar, onu da hepimize zaman gösterecek... Amerikan-İsrail ulusal çıkarları için üretilecek bir sürü yalan-dolana sahip çıkacak yeteri kadar iç işbirlikçi unsur var, en azından deneyeceklerdir.
En kötü senaryoya hazırlıklı olmak...
Amerika, Suriye-Irak hattında, 80 bin kişilik bir PKK ordusu kurdu, düzenli ordu kimliği kazanıyor, ortak harekat komutanlığı var ve Amerikan ordusu ile birlikte çalışma yeteneğini geliştirmiş durumdalar. Bu, Türkiye’nin bugüne kadar karşılaştığı en güçlü dış tehdittir.
Bahçeliile yol arkadaşlığını sürdüren Erdoğan’ın, arkasındaki milli-yerli koalisyondan aldığı güçle, Türkiye’yi zora sokacak senaryolara onay vermesi mümkün değil, o halde, en zorlu senaryolara hazırlıklı olmak zorundayız.
Genelkurmay’ın, “seferberlik görev emirlerini” yeniden düzenlemesi, FETÖ’nün “kozmik oda kumpası” ile Amerika’nın eline geçen “iç karışıklığa ve işgal girişimine karşı yerel savunma planlamalarını” sıfırlayarak hızla yeniden devreye sokması gerekmektedir.
“Sıkıyorsa yap” stratejisi...
Suriye-Irak üzerinde sürdürülen diplomatik süreçlerde ortaya çıkan tablo, Türkiye’nin masada çok yönlü ve sert hedefli bir kuşatmayla karşılaştığıdır.
Diplomasi sürdürülürken askeri gücün varlığının yükseltilmesi, bu kuşatmayı yaracak tek kabiliyettir, çünkü karşımıza oturanlar, (Rusya, İran, ABD) sırtlarını alandaki askeri varlıklarına dayandırarak manevra alanlarını genişletiyor.
Türkiye, bu bölgede en güçlü kara ordusuna sahip bir ülke olarak diplomasi masasını kuşatan o askeri varlıklara yeterli cevabı verecek yapıya sahip.
Kısaca, muhataplarımıza, “sıkıysa yapmayı bir dene” stratejisine yönelmemiz gerekiyor. TSK’nın doğal olarak “savaş diplomasisinin” ayrılmaz parçası olduğu günler yaşıyoruz.
Anlaşıldı: Bu krizde askeri-sivil diplomasi bir arada yürüyecek, bundan anlıyorlar, “gücü” görmeden diplomasi masasında adam olmaları mümkün değil...