Siyasi partilerin -eğer ciddiye alırlarsa- en önemli belgelerinin başında seçim beyannameleri gelir. Beyannamelerden beklenen; retorik ve gerçeklik, popülizm ve ciddiyet, propaganda ve taahhüt arasındaki dengeyi belli bir dünya görüşü çerçevesinde tutarlı bir şekilde sunmalarıdır. Bu durumun ise nadiren hayata geçtiğini söylemek mümkün. Zira, özellikle iktidara yürüyen ya da merkezde bulunduğunu düşünen siyasi partiler, gerek yıllarca devam eden vesayet rejiminden gerekse de başı sonu belli bir vizyona sahip olamadıklarından dolayı ‘tutarlı beyannamelerle’ seçmenin huzuruna çıkmakta zorlandılar.
Bu döngüyü ilk kıran partilerin başında AK Parti geliyor. AK Parti, 2002 beyannamesiyle başlattığını sürecini, her seçimde müstakil bir çalışma ile içeriği kuvvetli yeni bir beyanname ile devam ettirdi. Beyannameler, bir yönüyle kendi kendisine ödev yazma, vazife çıkarma, proaktif bir şekilde sorumluluk alma girişimleridir. Nihayetinde, ortaya çıkan metnin kendinizi bağlayacağını bilirsiniz. Yarın için size bir çerçeve sunacağının bilincinde olarak, verdiğiniz sözleri tutma sorumluluğu ile çalışmak durumunda olursunuz. Böylesi bir sorumluluğu fark etmek bile retorikten kopmak için yeterlidir.
Muhalefet partileri, özellikle de CHP, yıllarca ‘yeni bir beyanda’ bulunma ihtiyacı hissetmedi. Artık neredeyse sabitlediği ‘seçmen geliri’ nedeniyle, ne büyümenin ne de küçülmenin baskısının ortada olmadığını hissettiğinden, ‘aynı beyanı’ verip durdu. Ne seçmeni ne de oy vermeyenler verilen beyanı merak etti.
Öte yandan AK Parti beyanları, ciddi anlamda bir dönüşüm baskısı oluşturdu. Bu baskılara daha fazla dayanamayan CHP, 2010 sonrası ciddi kırılmalar yaşadı. Kendisi açısından büyük, Türkiye açısından oldukça küçük ve geç kalmış bir kırılmadan tutarlı bir şekilde hâlâ çıkmaya çalışıyor. Somutlaştırmak gerekirse; üniversite öğrencilerinin belediyeler marifetiyle aldıkları bursları Anayasa Mahkemesine giderek kestirten CHP’den, sürekli aşağıladığı farklı toplumsal kesimlere ulaşmayı beyan eden noktaya gelmiş oldular. Aynı şekilde keskin bir statükocu tavırdan, Kürt meselesinin çözümünü tutarsız da olsa retorik düzeyinde gündemine almak zorunda kalan bir yapıya evirildiler.
Bu durum, beyanname sorununu elbette tamamen çözmüyor. Zira ortada oldukça büyük bir retorik, popülizm ve propaganda krizi var olmaya devam ediyor. Yeni kriz alanı ise toplumsal kesimleri hesap numarasına indirgeyen, bütün kimliklerinden istifa ettirip, devletle ilişkisini sorumsuz bir al-ver dünyasına dönüştüren yaklaşım. Siyasi partilerin programlarıyla ikna edici olması gerektiğine dair sorumluluğu almak yerine, seçmene pasif ve akılsız bir unsur muamelesi yapan yaklaşımı yükselttiler. Bir netice de alamadılar. Ama yine de asıl büyük kriz alanı konumundaki Kemalizm’le yüzleşmek yerine, sorumsuz bir şekilde popülizmin rahat alanında hareket etmeyi tercih edeceklerdir.
AK Parti beyannamesi ise muhalefetten farklı olarak, geçmişteki gibi, yine üç eksene oturuyor. Birincisi, ciddiyeti elden bırakmayan ekonomi yönetimi. İkincisi, gerçeklikten kopmayan taahhütler. Üçüncüsü ise reformcu kimliğin her alanda tazelenerek korunması. Bu eksenlerin beyannameye yansımasını açık bir şekilde, öncelikle ‘demokratikleşme’ kısmında görmek mümkün. Yapısal sorunların tamamında oldukça somut sözler ve nasıl hayata geçirileceği bütün alt/çapraz başlıklar ve paydaşlarıyla aktarılmış. ‘Reformlar’ bölümünde, kendi kendisini yenileme ihtiyacını çekinmeden ifade eden bir yaklaşım tarzı görülürken, reformların hiçbir sektör atlanmadan ele alınacağı ifade ediliyor. ‘Taahhütler’ kısmında ise mega projelerle beraber, demokratikleşme ve reformların oluşturacağı zeminle de ünsiyet içerisinde, Türkiye’nin büyüme ve hizmet yol haritası ortaya konuyor.