AB ile restleşme dorukta. “Müzakereler dondurulsun”a karşılık “Bak... Kapıları açarız!”
Bundan sonra ne olabilir?
AB ile ilişkiler bitiş noktasına doğru mu gidiyor?
Türkiye’nin iç sistem restorasyonu ve özellikle “siyasetin üzerindeki askeri vesayetin kaldırılması” için “AB normları”nın, “Kopenhag kriterleri”nin İslamcı geçmişten gelen bir siyasi kadro tarafından Türkiye’ye heyecanla taşındığı günlerden bugünlere... Bir yandan Türkiye tarafından ısrarla vurgulanan “Tam üyelik” talebi, diğer yandan özellikle Merkel’in - Sarkozy’nin “Olsa olsa imtiyazlı ortaklık” dirençleri...
“AB’ye girmeyeceksek bile buna sonunda biz karar vermeliyiz, belki de AB seviyesinde bir demokrasiye ve ekonomik kalkınma noktasına ulaşırsak Norveç gibi biz katılmak istemeyebiliriz” yollu, özellikle Abdullah Gül tarafından seslendirilen yaklaşım. AB ile sıfır bir ilişki mi söz konusu, diye sorulsa, bunun imkan ve ihtimali yok cevabını, Türkiye’de istisnasız herkesin vereceği açık. Bu ne Avrupa cenahından söylenebilir, ne Türkiye tarafından.
Avrupa’da ne kadar Türk var? Ne olacak onlar? Avrupa sınır dışı mı edecek, biz geri mi çağıracağız? Onlar orada durdukça -ki onların oradaki varlığını biz, Sayın Cumhurbaşkanı da dahil- Türkiye’nin küresel varlığının bir uzantısı olarak değerlendiriyoruz. Ne diyor Sayın Cumhurbaşkanı onlarla buluştuğunda: “İçinde yaşadığınız ülkenin dilini öğrenin, başarılı olun, o ülke ile iyi geçinin ve ana vatanınızı unutmayın.” Bu her bakımdan en pozitif yaklaşım.
AB’nin birçok ülkesi ile ekonomik ilişkilerimiz var, AB kökenli çok uluslu şirketler Türkiye’ye yatırım yapmışlar, her iki taraflı iş dünyası “Aman ilişkiler kopmasın” diye çırpınıyor.
AB ile ilişkilerin NATO - Güvenlik boyutu bir başka bağı oluşturuyor.
Bir de, “AB ile ilişkiler stratejik tercih” dediğimiz mesele var. Bu yaklaşım bize ait. İlişkiye neden “stratejik” notu düştük, herhalde bunun bir mantığı vardır. “Ekonomik” diyebilirdik, “kültürel” diyebilirdik, Batıcı mantıkla “Medeniyet tercihi” diyebilirdik. “Stratejik” dediğimizde, belki tüm boyutları içinde barındırıyor. AB ile ilişkilerin kopması, en azından bizim verdiğimiz “stratejik karar”ın revize edilmesi anlamına geliyor. O da, yine en azından kendi içimizde stratejik anlamda bir değerlendirmeyi kaçınılmaz kılıyor.
Tabii, Sayın Cumhurbaşkanı’nın “AB’nin bize ihtiyacı var” sözü de bir gerçeği ifade ediyor. AB’nin en azından patron ülkelerinin konuya “Avusturya hovardalığı” ile yaklaşmayacağı açık. AP’nin tavrı da hovardalıktan aşağı değil. O hovardalığın cevabı Sayın Cumhurbaşkanı’nın resti şeklinde olabilirdi.
Şu kesin: Türkiye Avrupa ilişkileri bitmez. “Türkiye bir Avrupa ülkesi” deyip durmadık mı yollardır. Bir ayağımız Avrupa’da, eğer coğrafi zeminde bakarsak. Tarih perspektifinden bakarsak, belik çoğu, zaman zaman savaşarak ama kimi zaman da “Avrupa’daki gelişmeyi nasıl memlekete taşırız?” arayışları ile -ki bunun son örneği, kökeni islamcı bir kadronun AB normlarını Türkiye’ye taşıma gereği duymasıdır- ilişkiyi sürdürmüşüz. AB’ye tam üye olarak neyi amaçlıyorduk? 80 milyonluk Müslüman ülke olarak AB’nin karar organlarında yer almayı. Bu stratejik hedef, İslam dünyasında da Türkiye adına heyecan uyandırmıştı.
Buna karşılık AB cenahında “Türkiye’nin müslümanlığı – AB kültürünün Hristiyan kökenli olduğu” yaklaşımı ve daha çok “Türkiye’ye karar organlarında böylesine bir ağırlık vermeme” refleksi ile“tam üyelik yerine olsa olsa imtiyazlı ortaklık” teklifinde bulunuluyordu. Bu teklifin baş savunucusu Merkel ile az kavga mı verildi, Sarkozy’ye az tepki mi gösterildi bu sebeple? Hatta bu, “Hristiyan dünyanın Müslüman bir ülkeyi bünyesine almama” kindarlığı ile izah edildi. Belki de bunun için “Bilmem kaç yıldır kapıda bekletiyorsunuz” diye isyan ediyoruz. Şimdi şu soruluyor: AB ile ilişkiler hiçbir şekilde bitmeyeceğine göre biz de nihayetinde “imtiyazlı ortaklık” tezine razı hale mi gelmiş oluyoruz? Belki de “AB zaten çöktü çökecek” değerlendirmelerinden yola çıkarak, şimdiden kendimize yeni bir yol arama gereğinden mi hareket ediyoruz?