Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez bir ülkenin iç işlerine bu denli müdahil olup rejiminin değişmesini destekliyor. 1936-1939 arasında Hatay’a müdahale etmiş ve kendisine ilhakını sağlamıştı. 1955’den itibaren de Kıbrıs sorununun ayrılmaz bir parçası olmuş, bir kaç hava müdahalesinden sonra 1974’de adayı fiilen ikiye bölmüştü.
Ama şimdiye kadar Türkiye hiçbir ülkenin rejimini değiştirmeye talip olmamıştı. Bunu ahlaken ya da siyaseten doğru bulmayabilirsiniz. Haklı veya haksız da olabilirsiniz. Zaten konu da bu değil. Konu Türkiye’nin bir ülkenin iç işlerine bu kadar az zararla müdahale edebilmesi ve rejim değişikliğini hemen hemen başarmasıdır.
***
Hemen hemen diyorum, çünkü bütün göstergeler Baas rejiminin çökeceğine işaret ediyor. Az zarardan söz ediyorum, çünkü topraklarına düşen bir kaç top mermisi, düşürülüşü şaibeli bir uçak ve az sayıdaki insani kaybımız dışında Türkiye ekonomik olarak zarar gördü. Ortadoğu’ya açılan önemli bir kapısı kapandı.
Türkiye soruna taraf olmasaydı da bu zararların çoğunu görecekti. Sığınmacılar yine bize gelecekti. Buna karşılık denklem dışı kalacaktı. Kimse Türkiye’yi ciddiye almayacaktı. Tarihin akışına karşı çıkar bir görüntü verecekti. Kürt sorununu yönetmesi çok daha zor olacaktı. Batı ekseninde değil İran ve Suriye rejimlerinin ekseninde görülecekti.
Suriye’deki rejim değişikliği sonucunda Türkiye belli ki verdiği mücadeleden kârlı çıkacak. CHP dahi AK Parti’yi izlemiş olduğu Suriye politikası yüzünden eleştiremeyecek. AK Parti-Müslüman Kardeşler ittifakı gibi lafları, Sünni eksenli politika izlendiği yorumlarını da kimse ciddiye almasın.
AK Parti mezhepsel bir dış politika izliyorsa, yani derdi değişim değil mezhebi aidiyeti üstünden siyasetse, o zaman Mısır, Tunus, Libya ve hatta Yemen’de değişimi neden destekledi? Müslüman Kardeşler de bu bölgenin gerçeği. Müslüman Kardeşler Suriye ve Mısır dahil bazı Arap ülkelerinde en örgütlü güçse ve iktidara gelecekse AK Parti neden karşısında dursun?
Sorun, izlediğimiz Suriye siyasetinin siyasi ve askeri risklerindeydi. Müttefiklerimiz bizi yalnız bırakabilir, mesela NATO altı tane Partriot bataryasını gönderme kararı almayabilirdi. Daha da kötüsü Türkiye uçak düşürme hadisesinden sonra olduğu gibi ciddi kayıpları göz alarak, diyelim ki Ecevit ve Erbakan’ın 1974’de yaptığı gibi, Suriye’ye girebilirdi.
Amerika’nın seçimlerden sonra da Suriye sorununa kayıtsız kalma riski vardı. Bölgesel bir Müslüman Kardeşler ittifakından korkabilir, kimyasal silahların İsrail’e ileride verebileceği zarardan çekinebilirdi. Irak ve Afganistan yorgunu Amerika Suriye sorununa taraf olmak isteyebilir ya da ülkenin parçalanmasını ve yıpranmasını kendi çıkarına addedebilirdi.
Bunların hiçbiri olmadı. Amerika 6 Kasım seçimlerine az bir süre kala Suriye Ulusal Konseyi’nin genişlemesi karşılığında muhalefete destek vereceğini duyurdu. Kendi içindeki muhalefeti de El Nusra örgütünü terörist ilan ederek susturdu. Riad Seif tarafından geliştirilen plan Kasım başında Doha’da yapılan geniş katılımlı toplantıda kabul edildi ve tanımalar sırayla gelmeye başladı.
Sonradan inkar etseler de Rus yetkililer dahi Esad rejimin çökmekte olduğunu kabul ediyor. Muhalefet güçlerinin her gün yeni bir mevzii ele geçirdikleri haberleri geliyor. Üstelik muhalefet giderek daha iyi organize oluyor. Para ve silah pek çok örgütün siyasi sadakatini satın almaya yetiyor.
***
Savaş tabii ki bitmedi, riskler tabii ki sona ermedi. Muhalefet cephesi de sütten çıkmış ak kaşık değil. Seks skandallarından uyuşturucu ticaretine, savaş suçundan rehin almaya kadar her şey var. Fakat Baas için yolun sonu iyice göründü. Yakında rejim çökecek ve Türkiye de büyük bir siyasi başarıya imza atacak. Hoşlansak da hoşlanmasak da bu olay tarihe başarı cinsi laflarla geçecek.
Ancak bu başarının kalıcı olması, komşumuzun istikrara bizim de rahata kavuşmamız için devletin yeniden inşası gerekiyor. Devlet inşası ise meşakkatli bir süreç. Kendimizden mucize beklemeyelim. Tek başımıza bu işin altından kalkamayız. Ama istersek rejim değişikliğinde yaptığımız gibi geleceğin inşası için koalisyonlar kurabiliriz.