Demokratik siyasal süreçlerde, demokrasinin temel prensiplerini temsil eden demokratik ana halkanın üç olmazsa olmaz koşulu var; 1- Önermek 2- İkna etmek 3- Rıza üretmek. Her toplumun kendi içinde farklı ekonomik ve siyasal dinamiklerden oluştuğu gerçeğini unutmadan, birlikte barış içinde yaşamanın temel kurallarını şekillendirmek ve muhtemel ortak geleceğin temellerini birlikte atmak için fikirlerin özgürce gelişmesine, özgürce gelişen fikirlerin seviyeli temasına ve son etapta da özgürce ve önceden saptanmış, üstünde mutabakata varılmış kurallar eşliğinde yarışmasına ihtiyaç vardır.
Demokrasi bu ihtiyaçtan doğar ve varlığıyla bu ihtiyacı sürekli besler. Bu bakımdan demokrasi kendi kurallarının dışında, kendi varlık nedenini belirleyecek başka da kuvvet ve güçleri kabul etmez. Çünkü demokrasi norm ve kural koyar ve bu norm ve kuralların başka baskın odaklar tarafından ihlal edilmesine rıza göstermez. Bu bakımdan demokrasiyi kıskanç bir kadına benzetmekte herhangi bir hata yoktur. Demokraside ortak rıza ile ortaya çıkan iktidar, başka iktidarların gölgesine bile tahammül göstermez.
Bugün referandum süreciyle Türkiye’nin önüne konulan fırsat tam anlamıyla budur. Yeni Türkiye için, yeni bir yönetim reformu öneriliyor. Yeni yönetim reformu için, halkın iknası hedefleniyor ve nihai karar için, halkın özgür iradesinden başka bir şey olmayan rızası talep ediliyor. Unutmayın; süreç cumhuriyet tarihi boyunca hep askeriyenin koşullandığı ortamlarda gerçekleşiyordu. Şimdi bu tarihsel fırsatı önümüze getiren güç, seçilmiş sivil siyasi bir güçtür.
Konumuzu daha net biçimde açıklığa kavuşturmak için sorgulamamızın niteliğini daha basitleştirmekte fayda var. Türkiye Cumhuriyeti parlamenter bir cumhuriyet olarak kuruldu. Amaç bir demokraside yaşamaktı. Demokrasiyi kendi ihtiyaçlarına paralel olarak, zaman içinde sürekli geliştirip, demokratik bir cumhuriyete ulaşmaktı. En azından başlangıç niyetinin bu olduğu biliniyor.
Peki aradan geçen 94 yıllık siyasal tecrübeden sonra, cumhuriyet istenilen şekilde evrimleşerek, istenilen demokrasi merhalesine ulaşabildi mi? Bu soruyu taraflı tarafsız kime sorarsanız sorun alacağınız yanıt kocaman bir “hayır” olur. En iyimser bireyler bile bir dizi eksiklikten açmazdan söz etmeden bu konuda anlaşılır üç cümle kuramazlar. Çünkü bütün cumhuriyet tarihi demokrasi üreten bir devlet tarihinden çok, vesayet üreten bir devlet tarihine doğru hızla evrildi.
Cumhuriyetin bir devlet biçimi olarak cazibesi ve ahlaki üstünlüğü vatandaşlarına daha çok siyasal özgürlük zeminleri oluşturma potansiyeliydi. Onu mutlakiyetçi yönetimlerden ayrıştıran ve kısa sürede genel kabul görmesini sağlayan yegane vasfı buydu. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu andan başlayarak vatandaşını devlet yönetimine katmak yerine, vatandaşların büyük bölümünü siyasetin merkezinden kovdu.
İslamcıların ve Kürtlerin devlet ve siyaset merkezinden kovulması aynı zamanda vesayetin de temel dayanağı oldu. Vesayetçi zihniyet, bu iki güç tekrar siyasetin ve devletin merkezine geri dönemesin diye kendilerini meşru hale getirdiler. Bu bakımdan cumhuriyetin bekçiliği demek, cumhuriyeti islamcılar ve Kürtlerden korumak demekti.
Ama kader ağlarını başka türlü ördü ve 2002 yılından sonra hem İslamcılar, hem de Kürtler devletin merkezine doğru dev adımlarla yürümeye başladılar. 15 Temmuz darbesi dahil bu yürüyüş, her imkan, olanak ve fırsat kullanılarak durdurulmaya çalışıldı. Ama olmadı. Olamazdı. Çünkü bu durum eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu ülkenin sosyolojisinin en büyük iki dinamiğini dışarıda bırakarak ne siyaset yapılabilir ne de devlet yönetilebilir.
AK Parti hükümeti MHP'nin desteğiyle 16 Nisan’da toplum devlet ilişkisini normalleştirmek için ortaya sandık koyuyor. Sandık, demokratik meşruiyetin kaynağıdır. Demokrasiyi, demokrasi dışı güçlerden arındırmanın yegane yolu sandık başına gidip, milli iradenin kaynağı olan temsili meşruiyeti özgür rıza ile üretmek olacaktır.
Devlet yönetimini demokratikleştirmek, devlet yönetimini seçilmişlerin meşruiyetiyle donatmak demektir. Vesayetin panzehiri, devlet yönetiminde seçilmişlerin meşruiyetini egemen kılmaktan geçiyor. Her iş ve işlemde, seçilmişlerin iradesi belirleyici olduğu zaman, vesayet odakları devlet içinde varlıklarını ne koruyabilir ne de geliştirebilir. Türkiye demokrasisinin en büyük sorunu, demokrasiyi vesayetten arındırmaktır. Bu durum kendi başına en büyük demokratik adımdır. Reformdur. Hatta devrim niteliğinde olağanüstü bir iş başarmaktır. (Devam edeceğim)