Rebus sic stantibus” Latince “şartlar değiştiği takdirde” anlamına gelmekte ve uluslararası ilişkiler öğretisinde koşullar değiştiğinde imzalanan antlaşmaların da değişebileceğini anlatmak için kullanılmaktadır. Ahde vefa yani “pacta sunt servanda” kuralının istisnasını oluşturmaktadır.
Aslına bakarsanız şartlar değiştiğinde antlaşmalardan çok devletlerin birbirlerine karşı tavır alışları, sorunlarını ele alış biçimleri değişir. Rebus sic stantibus da buna meşruiyet sağlar. Değişen şartlara uyum sağlayamayan devletler ise felakete sürüklenir, batar, en iyi koşullarda gücünü ve etkisini yitirir.
***
Bu yüzden de devletlerarası ilişkilerde daimi dostlukların değil kalıcı çıkarların var olduğu söylenir. Dengeler değiştikçe dostlukların da değiştiği görülür. Süreç tabii ki bu kadar mekanik işlemez. Çıkarlar kadar ilkeler, doğmalar, ahlaki ve dini inançlar ve aidiyet de devreye girer. Ama sonuçta çıkar ve güç dengesi kendi meşruiyetini yaratır.
Mesela bir zamanlar Suriye yönetimiyle yakın ilişki içinde olan Türkiye pozisyonunu değiştirmek zorunda kalır, bir süre yadırgansa da insanlar zamanla bunun normal olduğunu düşünmeye başlar. Çünkü değişim gerçekten de normaldir. Üstelik burada ahlaki sorumluluk ile siyasi gereklilik örtüşmüştür.
Kaldı ki hiçbir devlet sonsuza kadar aynı pozisyon üstünde siyaset yapamaz. Bir zamanlar Kuzey Irak için kırmızı çizgileriniz olabilir. Ancak dünya siyasetinde yaşanan değişimler, muhatabınız çabaları, kendi sorunlarınızın çözümü yolunda attığınız adımlar, hatta bazen sadece yeni bir vizyon benimsemeniz böylesi bir politikadan vazgeçmenize neden olur.
Siyasetin değişiminin, şartlara uygun politika izlenmesinin önündeki en büyük engel kamuoylarıdır. Siyasi otorite şartların değiştiğini fark etse, politikasının değişmesi gerektiğini anlasa bile genellikle daha önceki siyasete göre şartlanmış, o siyasetin meşruiyet anlayışını içselleştirmiş zihniyet yapısını değiştirmek ve ona rağmen iş yapmak güçtür.
Geçtiğimiz hafta içinde olduğu gibi Suriye’nin kuzeyinde asılan bayraklar siyaseti eski reflekslerini göstermeye zorlar. Nihayetinde kamuoyu ancak bu tür reflekslerle tatmin edilebilmektedir. Türkiye’de gazeteler manşetlerine Kuzey Suriye’nin gittiğini taşımakta, kanaat önderleri büyük Kürdistan’ın kurulduğunu söylemektedir.
Türkiye’nin Suriye politikası sorgulanmakta, Kürt sorununun çözümü yolunda atılan adımlar masaya yatırılmakta, Hakan Fidan’ın Oslo görüşmelerinin ne kadar hatalı olduğu yazılmaktadır. Önerilen Türkiye’nin Suriye’ye girip bir tampon bölge kurması, yani çözmeye çalıştığı Kürt sorununu daha da içinden çıkılmaz hale getirmesidir.
Oysa Türkiye’nin tıpkı Arap dünyasında şartların değiştiğini gördüğü ve tespit ettiği, değişen şartlara Libya’da, Tunus’ta, Mısır’da ve son olarak Suriye’de doğru cevaplar üretebildiği gibi Kürt coğrafyasında yaşanan değişime de doğru cevaplar bulabilmesi gerekmektedir.
Nasıl ki Arap dünyası artık eskisi gibi olmayacaksa, nasıl ki bunu görerek yeni politikalar benimsediysek, Kürt dünyasının da eskisi gibi olmayacağını, onların da doğan otorite boşluğundan yararlanmaya çalışacağını, tıpkı Araplar gibi Kürtlerin de demokrasi ve özgürlük talebi ile ortaya çıkacağını görmemiz, buna uygun siyaset benimsememiz şarttır.
***
Evet, tehdit siyasetin bir aracıdır, hatta gerekirse siyaset için güç bile kullanılır. Fakat tek aracı değildir. Başka araçlar da siyasetin emrine amadedir. Öncelik bu araçlara verilmeli, hepsinden önemlisi de Türkiye kendi sorunlarının çözümü yolunda adım atmalıdır.
Unutmayalım ki Türkiye’nin derdi Kürtlerle değil şiddeti siyasetin yöntemi olarak seçen PKK’yladır. Suriyeli Kürtlerin yoğun yaşadığı yerlere müdahale etmek sorununu çözmez, tam tersine derinleştirir. Ayrıca kimsenin de Kürt devleti kurulsun diye bir talebi yoktur. İsrail ve Amerika’nın derdi kimyasal silahlar ve Irak ile Suriye’nin parçalanmaları sonrasında kalan kısımlarının El Kaide önderliğinde birleşmesidir.
***
Bir haftalık bir tatilden sonra görüşmek dileğiyle...