Türkiye komünist hareketinin ünlü isimlerinden Rasih Nuri İleri de, yaşayan en eski komünistlerden biri olarak, geçenlerde aramızdan ayrıldı. Ama yazdıklarıyla hatırlanmaya devam edilecek. Onun ‘Atatürk ve Komünizm’ kitabını okumak da, Türkiyeli komünistlerin pek çoğunun Kemalizm ile ilişkisini anlamak bakımından uygun bir tercihtir.
Rasih Nuri İleri, önsözünü 1969 yılında yazdığı ‘Atatürk ve Komünizm’ adlı kitabını Anadolu yayınlarından çıkardığında, yıl 1969 ya da 1970 idi. Türkiye’de sosyalist hareket içinde Millî Demokratik Devrim (MDD) düşüncesinin ağır bastığı döneme çoktan girilmişti bile. İleri de, bu kitabıyla Türkiyeli sosyalistlere Atatürk’ün de sosyalizme, komünizme, Sovyetler Birliği’ne yakın bir kişi olduğunu kanıtlamaya çalışmıştı.
Onun bu tutumu doğaldı; çünkü içinde bulunduğu MDD düşüncesinde, Kemalizm ile sosyalizm arasında Çin duvarı bulunmuyordu. Bu görüşe göre; sosyalistler doğal olarak Kemalistlerdi zaten; Kemalistler ise potansiyel sosyalistlerdi. Aradaki ayrım, önemsenmemesi gereken küçük bir ayrıntıydı. Zaten İleri’nin üyesi olduğu gizli Türkiye Komünist Partisi (TKP) de, uzun tarihi boyunca bu görüşe hayli yatkın olmuştu.
Atatürk, komünizme karşı değildi
Bu düşünce, İleri’nin kitabında âdetâ belgesel düzeyde kanıtlanmaya çalışılıyordu. Atatürk’ün sosyalist görüşlere kapalı olduğu yolundaki fikir, İleri’nin hoşuna gitmemiş olacak ki, bu görüşün yanlışlığında ısrar ediyordu. Şimdi kitabında yazdıklarına bir göz atalım isterseniz… İleri’nin dört yüz sayfaya yaklaşan kitabında yaptığı tek bir şey vardı aslında; Atatürk’ün 1919-1922 yılı arasında konuya ilişkin yazışmalarını ardı ardına kurgulayarak sunmak… Okuyucu bu kadar çok belgenin içinde elbette onun Sovyetler Birliği’ne, özel olarak Lenin’e, bu arada sola ve sosyalizme olan yakınlığını hissedecekti. Bu tarihten sonrası ise İleri’de hiç yoktur. Bu tarihten sonra Atatürk bir daha bu konulara geri dönmeyecektir.
Belki de uzun yılların ardından İleri’nin bu kitabında ortaya koyduğu ana görüşe karşı yazılan kitap, Taha Akyol’un ‘Ama Hangi Atatürk’ olmuştur. Akyol’un kitabında başarıyla gösterdiği üzere, Atatürk’ün tamamen konjonktürel ve taktiksel anlamdaki açıklamaları, onun kişisel görüşlerini yansıtmaktan hep çok uzak kalmıştır. Sosyalizme değinme ihtiyacı kalmadığı andan itibaren, yani kurtuluş savaşının başarılmasıyla birlikte, artık bu mesele onun ilgi alanından tamamen çıkmıştır.
Atatürk’ün ‘demokrasi özlemi’
İleri’ye göre, Atatürk’ün kendisinde “bir demokrasi özlemi bulunmaktaydı.” İleri, nedense, bu saptamasının başına bir de “garip görünebilirse de” demek ihtiyacını hissetmişti. Böyle yapmasının nedenini ise, kitabının ilgili dipnotunda şöyle açıklamaktadır: “Atatürk, demokratik bir düzen için çalışmıştı; ancak onun için demokrasi, sırf biçimsel bir ‘sandıktan çıkma’ meselesi değildi. Kendisine karşı gelenlerin hangi yollardan oy sömürücülüğü yapabileceklerini pekiyi biliyordu.” Nereden biliyordu diye soracak olanlar varsa eğer; İleri bunu da yanıtlıyor: Çünkü; “Gazi Mustafa Kemal, büyük bir gerçekçi”ydi; “her attığı adımda ne yapabileceğini, nereye kadar gidebileceğini gayet iyi hesaplayan bir kurmaydı.”
Ama biz yine Atatürk’ün ‘demokrasi’ anlayışına devam edelim; İleri şöyle yazmıştı: “ ‘Parti dinî inançlara hürmetkârdır’ formülünün [bu arada bu formülün 1924 yılında Atatürk’e karşı çıkan paşalarca kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın formülü olduğunu hatırlayalım], ne gibi oyunlar gizlediğini, kimin çıkarına sömürüldüğünü Nutuk’ta gayet açıkça belirtmektedir. Hakikaten de Türkiye’de üç akım için olanaklar bulunmaktaydı. ‘Gerici akıma dayanan çıkarcılar; Atatürk devrimcileri; sosyalistler’ (Dr. Şefik Hüsnü [Değmer]) Bunun için İttihatçıların sözcüsü, İzmit gazeteciler toplantısında [yıl 1923] ‘Paşam, muhalifleriniz çoğunluk kazanırsa, iktidarı onlara terk edecek misiniz?’ sorusunu sorunca; Gazi, ‘o dediğiniz çoğunluğu sopa ile kovarım’ cevabını vermiştir. Onun için demokrasi, şekil, sandık meselesi değil, öz meselesidir.” İleri, bu notunu ünlü Türk Solu dergisinin (ama bugünkü Türk Solu ile karıştırılmaması gerekir) otuz dokuzuncu sayısından almıştı.
Atatürk zamanında sol yayınlar serbestti
İleri’nin kitabının sonunda ortaya koyduğu görüşlerden biri de, buydu işte… Şöyle yazıyordu: “Ancak Atatürk’ün ölümüne kadar yine de genel anlamda sol neşriyat ve çevriler serbestti. 1930’larda, 1932-1936’larda her kitap çevrilebiliyordu.” Neden peki çevrilmedi; yayınlanmadı diye soracak olanlar muhakkak bulunacaktır; İleri de bunu düşünmüş olmalı ki, bu sorunun yanıtını da yazmak ihtiyacını hissetmişti: “Şunu çekinmeden söyleyebiliriz ki, eğer 1930-1938 döneminde bugünkü [1960’lar Türkiyesi’ni hatırlayalım] bollukta sol klasiklerinin çevirileri basılmamışsa, bunun sorumluluğu rejime değil, ‘sol’ yazarlara aittir.” Bunu yazdıktan sonra İleri, belki de biraz ileri gittiğini düşünmüş olmalı; çünkü, hemen akabinde dipnotuna şunu da eklemekten kendisini alamamış: “Haksızlık etmemek için şunu da belirtmeliyiz ki, o dönemde okuyucuların, kitap satışlarının azlığı bu duruma büyük ölçüde sebep olmuştur.” Sonuçta; sol yayınların müşterisinin olmaması, bu durumu yaratmıştı demeye getiriyor! Yazar, bu konuda bu sırada Hikmet Kıvılcımlı’nın ve Kerim Sadi’nin kitaplarını ve çevirilerini de örnek olarak gösteriyor.
Nâzım Hikmet, ders kitabında
İleri’ye göre, Nâzım Hikmet bile o dönemde ders kitabında yer almıştı! Nâzım, ders kitabında öğrencilerce okunuyordu; serbestçe! Doğrusu şimdiye kadar ders kitapları konusunda yapılan araştırmalarda bu konu bayağı eksik kalmış olmalıdır. Ya İleri’nin söylediği doğru değildir; ya da araştırmacıların bu konuda ciddî eksiği bulunmaktadır; çünkü ben şimdiye kadar o dönemin ders kitaplarında Nâzım Hikmet’e hiç rastlamadım!
Solculara az ceza verilirdi
İleri, “yasak olan sol örgütlenmeye karşı verilen cezalara gelince; bunlar Atatürk döneminde şaşılacak kadar azdı” diyor. TKP’nin de 1925 yılında Takriri Sükûn yasası ile yasaklanmasının ardından belki bu iddiası şaşırtıcı gelebilir. Çünkü, TKP’nin yayınları ancak yasa dışı olarak dağıtılabiliyordu. Buna karşılık İleri şu gerekçeyi ortaya sürüyor: “Atatürk’ün en yakın silâh arkadaşlarından asılanlar oldu. Albay (Ayıcı) Arif bey ve Rüştü Paşa (Zorlu) bunlardandı. Sarıklı yobazlar asıldı; şapka ‘devrimi’ne ve reformlara karşı gelenlerden asılanlar oldu; Nakşibendiler asıldı. Bu sert tutum, Atatürk devriminin gereklerindendi. Ancak asılan ya da ağır cezaya uğratılan sol eğilimli tek bir kişi yoktur.”
İleri, bu satırlarıyla âdetâ ‘sol’un nasıl ‘kayrıldığı’nı bize aktarmaktadır. Ama devam edelim… Her ne kadar bizzat İleri, bu cezaların ne denli hafif olduğunu kanıtlamak üzere örnekler verirken; örneğin Şefik Hüsnü Değmer’in 1925 yılında gıyabında on beş yıla mahkûm olduğunu da belirtmek ihtiyacını duymuştur.
Meğer 141. madde ‘olumlu’ imiş…
İleri’nin ceza yasasının bir zamanlar hayli ünlü 141 ve 142. maddelerine yönelik değerlendirmesi de ilginçtir: Bu maddeler hem komünist örgütlenmeyi, hem de komünist düşüncenin açıklanmasını engelliyordu. Fakat İleri başka bir şey daha söylüyor: “İlk şekli ile 142. maddedeki cezalar altı aydan başlıyordu; 141 ise, cebir unsurunu kapsıyordu; bu yüzden de o dönemde sol tarafından olumlu olarak karşılanmıştı.”
Nâzım Hikmet davası ‘sayılmaz’
Elbette Nâzım Hikmet’in ve Hikmet Kıvılcımlı’nın 1938 yılında harb okulu ve donanma davasından aldıkları ağır mahkûmiyetten söz edilmese, İleri’nin bazı bilgileri kendisine sakladığından kuşku duyardık. Fakat İleri, bu davadan da söz ediyor. Bu davanın mahkûmiyetleri, o zamana kadar verilmiş en ağır cezalardı. Ama yine de İleri’nin bir ‘özrü’ vardır; bu sırada “Atatürk ölüm döşeğinde”dir. Yani kabahati ona bulmamak gerekir. Bilinmelidir ki, gerçekten de Türkiyeli sosyalistler, uzun yıllar boyunca ve hatta bugün bile bu davadan dolayı Atatürk’ü sorumlu tutmazlar. Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ı, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’yı birinci derecede sorumlu tutarlar. Zamanın başbakanı Celâl Bayar’ı da pek akıllarına getirmemişlerdir denilebilir. İleri’nin deyimiyle; “nasıl olsa bu dava, Atatürk dönemi ile ilgili bir dava sayılmaz.”
İşkence de yoktu o dönemde
İleri, bu dönemde işkencenin de dozunun yerinde olduğunu bize, “bu dönemde falaka gibi işkenceler yaygındı” diye aktarıyor; hatta bazı komünistler de “bu işkenceler”den kurtulamamışlardı. “Hücre hapisleri” de olmuştu; ancak “cezalar çok hafifti ve öteki akımlara karşı uygulanan cezalarla ölçülmeyecek kadar azdı.” diye anlatmaya devam etmektedir. Dolayısıyla teselli olunacak çok şey vardı!
SOSYALİSTLERİN ‘ALTIN’ ÇAĞI MI?
Belki de Atatürk dönemi sosyalistlerin ‘altın’ çağıydı! Nitekim, İleri, “Atatürk döneminin anti-emperyalist ve devrimci niteliği, solu bir dereceye kadar açmazlara sokuyordu” demektedir. “Sol, devrimlerin bazılarını eksik, çoğunu yüzeyde bulmakla beraber, onları desteklemekteydi” diye de devam etmektedir. Türkiye’de sosyalistlerin genel olarak neden Kemalizm ile el ele gittiğini öğrenmek isteyenlerin bu satırlara dikkat etmelerini öneririm. Belki bazıları sadece tarih yazdığımı düşünebilirler; belki bazıları da güncel politikadan söz ettiğimi düşünebilirler; ne diyebilirim ki; Nasrettin hocanın dediği gibi, ‘herkes haklı.’