Dün, yeni bir Ramazan'a daha eriştik, elhamdulillah...
Bizim kültürümüzde Ramazan, sadece oruçla sınırlı bir ibadet olarak anlaşılmayıp, geçen 1 yılın hesabının yapılması da bir örf haline gelmiştir. Müslümanlar, 'Zekât' nisabına ulaşan kazançları varsa, onun hesabını yaparlar ve kazançlarının zekâtını verirler. (Zekât, gerçekte temizlenme mânâsındadır, kazanılanların, elde edilenlerin temizlenmesi mânâsında.)
Bundan ayrı olarak, bir de geçen Ramazan'dan bu Ramazan'a kadar, aileden, yakınlardan gidenler ve gelenler veya bütünüyle ülke ve hattâ dünya çapında ölümler veya meydana gelen hadiselerin getirdikleri ve götürdükleri hatırlanır.
Yani Ramazan, Müslüman kişinin günün belli saatlerinde, sadece tarif edilmiş sınırlamalar içinde oruç tutması, kendisini kontrol etmesi, isteklerine gem vurması değil; bedenini, beynini, tefekkürünü, kalbini -inançlarını ve bunlara ârız olması mümkün ve muhtemel maddî ve manevî kirlenmelerden arınma sonucunu kazandırmaya çalışan ve kişinin, dışarıdan bir etkenle değil, kendi içindeki polis tarafından kontrol edilircesine geliştirdiği iradî/iradeli bir manevî kurallar manzumesi ve disiplin hareketidir.
*
Ünlü Fransız düşünürü Voltaire, 300 sene öncelerde, İslam ve Müslümanlar aleyhinde çok açık bir düşmanlık sergilemiş ise de, 'Felsefe Sözlüğü' isimli eserinde Müslümanların orucuna değinir ve 'Gel, ey Müslüman seninle, şu orucunuz üzerine biraz sohbet edelim. Sizin orucunuzun zorluğunu biliyorum, ama bizim papazların, 20'yi geçmemesi şartıyla yemeye izinli oldukları yumurtaları mideye indirerek tuttukları oruca bakınca çok mantıklı.' demektedir, özetle. Gerçekten de Hristiyan kurallarına göre, ibadet edenlerin Büyük Oruç veya Perhiz sırasında, Cuma günleri et yenilmesine izin verilmiyordu. Bunun için de, 'Balık kızartması' yenilmesi, Cuma günleri yaygındır. Keza, karides, yengeç, ıstakoz, kabuklu deniz ürünleri, süt, peynir, tereyağı Büyük Perhiz'e zarar vermiyordu.
Ama Hristiyanların Büyük Perhiz sırasında, Cuma günleri yememeleri gereken şeyler: Sığır, koyun, domuz, tavuk, hindi etleri.
Çünkü "İsa, Kutsal Cuma günü bizim için etini fedaâ ettiği için, Cuma günleri et yemekten kaçınıyoruz." derler. Ve 'et yemekten kaçınmanın bir tür kefaret olduğunu' söylerler.
*
Biz Müslümanlara gelince...
Ramazan üzerinde, mahiyeti, maksadı- hedefi ve insana kazandırdıkları üzerinde bugünlerde çokça sohbetler edildiğinden / edileceğinden ve herkes kendi eğilimine göre farklı izahlar yaptığından, sadece çokça bilinen, tekrarlanan ve iyice düşünülürse, konunun aslının, özünün anlaşılması açısından üzerinde durulması gerekli temel konuya değinelim.
*
Açıktır ki, Ramazan'ın en bâriz sembollerinden birisi, yemek-içmek mihverlidir.
Ama Hz. Peygamber (S)'den gelen bir 'rivayet'te, 'İnsanoğlu'nun doldurduğu en kötü kab, kendi midesidir.' denilmiştir.
Konuya bu açıdan bakmakta bilhassa dikkatli ve ısrarlı olmalıyız.
Çünkü oruç bize 'kendimizi bir takım lezzetlerden, tad ve hazlardan kendi irademizle mahrum etmek' sûretiyle, bizi güçlendirmeyi, hayat mücadelesinde, en çetin zorluklara, yoksulluklara karşı direnmeyi öğretir. Ama kültürümüz, Oruç ve Ramazan'ı maalesef, o açlık sevkıyle daha bir yağlı-ballı, leziz ve yiyeceklerden tüketmek mevsimi şeklinde algılatacak olumsuz örnekleri giderek daha fazla sergilemektedir. Buna bir de, fakirleri düşünmek ve gözetmek anlayışı yerine, aynı ekonomik seviyede olanlar arası bir, 'Al gülüm- ver gülüm.' şeklindeki karşılıklı iftar davetlerini eklersek, Ramazan ve Oruc'un mânâsından epeyce uzak düştüğümüzü söyleyebiliriz.
Oruç ayında, iftar ve sahurlarda daha çok yedikten sonra, kendi irade zaafımızı itiraf etmek yerine, kilo almak ve kolestrol veya diyabetin yükselmesine dûçar olmaktan şikayet, Ramazan'a yapılmış bir bühtan değil midir?
Halbuki Ramazan ve Oruç, 'daha az yemenin idmanı' idi de. Ama o anlayıştan çok uzak olduğumuzu hayıflanarak söylemek durumundayız. Nitekim geçmişin nice ahlâk üstadları, 'insanın değeri, midesine girene gösterdiği itibar kadardır. Ve... ' demişlerdir; devamını söylemiyorum.
*
O halde, 'Geliniz, bu Ramazan'ı bir fırsata dönüştürmek kararlılığı gösterelim. Rengârenk, sofralar tanzim etmekten ve hattâ öyle sofralardan kaçınalım.' diye bir kampanya başlatsak, buna, 'Evet, biz hazırız!' diyecek olanlar, her halde, imkânsızlık yüzünden zâten o halde yaşayanlar arasından çıkacaktır.
Rengârenk sofralarda yemekler yedikten sonra, bir de Hz. Peygamber (S) ve ashabının ve Selef-i Salihîn'in ne kadar perhizkâr bir hayat yaşadıkları üzerine göz yaşartıcı 'qıssâ'lar ve menkıbe anlatanlar taifesi ise. 'Allah'ın verdiği nimetlerden tadmamak olmaz.' gibi iştah açıcı söylemler üretmekle meşguldür.
800 yıl öncelerdeki şairin sözüyle ifade etmek gerekirse,
'Önümde kendi ayrancağızım oldukça,
Allah'a yemin ederim ki, başkasının bal şerbeti, gözümde yoktur.' mısraları ne güzeldir.
*
Evet, sadece yemek- içmede değil, hayatın her safhasında, üstelik de yokluk ve yoksulluk halindeyken değil de, elimizde imkân ve maddî gücümüz varken, yoksullar veya en azından dar gelirliler kadar kendimizi sınırlayarak yaşamayı, bu usûlü hayatımıza hâkim kılmadıkça, Oruc'un sadece maddî bedenimizi temizlemek, kirlerden arındırmak olmadığını; Oruç ve Ramazan'ın bize, beynimizi, /tefekkürümüzü, düşünce yapımızı ve kalbimizi / inanç alanındaki sıkıntılarımızdan temizlenip kurtulmak imkânını sağladığını nasıl idrak edebiliriz?
Unutmayalım, bizim ibadetlerimize, orucumuza, kurbanımıza, -hâşâ- Allah'u Teâlâ'nın ihtiyacı yoktur; bunlar bizim daha iyi insan olmamız için öğretilen 'ilahî terbiye metodundan emirlerdir.
Hepimizin, Ramazan'ın bereketini idrak etmemiz niyazıyla, Müslüman okuyucularıma tebriklerimi sunuyorum.
*
NOT: '7'li Masa'nın kenarında birilerine destek vermek bedbahtlığına uğramış ve 40-50 yıl öncelerde 'ağabey' dediğimiz birisi, 'bir iktidar değişikliği olması halinde, muhafazakârlara zarar verilmemesi için, biz sigorta olacağız.' gibi laflar etmiş.
'Gölge etme, başka ihsan istemeyiz!', T. Efendi.
Biz neyin kasdedildiği konusunda herkesin başka mânâlar verdiği 'muhafazakâr'lardan değiliz; biz Müslümanız ve varlığımıza yönelik düşman saldırı ve hıyanetlerine karşı, birilerinin bize himaye kanadı çekmesiyle değil, kendi inanç ve irademizle direniriz.
Buna sadece şu son 100 yıllık geçmişimiz de şâhiddir.
*
Aynı T. Efendi, KK Bey taifesi'nin 'Ayasofya'yı yeniden müze yapacağız.' gibi laflarına dair konuşmak gereğini hissetmiş olmalı ki, 'Ayasofya'nın bir kısmı da gayrimuslimlerin ziyaretine açılabilir.' demiş ve böylece, bu konulardan ne kadar uzak düştüğünü de sergilemiş.
İyice zavallılaşan bu kişi bilmiyor ki, Ayasofya Câmii, aslî şekline, Tevhîd mâbedine tekrar kavuştuktan sonra, sadece Müslümanların ziyaret ve ibadetine değil; gayrimüslimlerin ziyaretine de açıktır ve üstelik müze olduğu dönemlerde her ziyaretçinin para ödeyerek, biletle girdikleri Ayasofya'ya şimdi o gayrimüslimler de parasız, biletsiz giriyorlar.