Nedim Şener, başarılı, genç bir meslektaşım, hafızası güçlü, -eski- TV8’de birlikte katıldığımız, Gökmen Karadağ’ın hazırlayıp sunduğu HaberAktif programında söylediğim o sözleri, Moderatör Gece’deki (24 TV) bağlantımızda bana hatırlattı: “Birlikte katıldığımız o programda Hrant Dink tarzı cinayetlerin Türkiye’de darbeye giden yolu açtığını söylemiştiniz, şimdi onu yaşıyoruz.”
Doğrudur...
Türkiye’nin son 40 yılını gazeteci kimliğimle yaşadım, kamuoyunda büyük çalkantılara yol açan derin bağlantılı cinayetlerin nerelere uzandığını gördüm. Abdi İpekçi cinayeti 12 Eylül’e, Uğur Mumcu suikasti “1993 örtülü darbesine” uzanan gelişmelerdir. Devlet içinde yapılanmış bir grup eğer siyaseti darbe üzerinden kendi hedefleri doğrultusunda yeniden tanzim etmeye karar vermişse, sokaktaki hareketlilikle “ince ayar amaçlı” suikastleri birleştirir...
Nedim Şener, o programda, benim sözlerimi desteklerken, “Üstad, sözünü ettiğiniz darbe, Ergenekon ve Balyoz Davaları ile geldi bile” demişti... Yaşanılanlar, 17-25 Aralık’a uzanınca, bunun uzun soluklu ve geniş ufuklu bir darbe süreci olduğunu Türkiye anladı.
Dink cinayeti önemlidir
24 TV’nin 23 Ocak 2007’deki açılış yayınını Hrant Dink’in cenazesinden yapmak, benim için meslek yaşantımın önemli görevlerinden biri oldu. Mustafa Hoş doğru bir kararla açılış yayınını öne almış, hepimiz, o cinayetin, Türkiye’nin bugünlerine uzanan sürecinde bir dönüm noktası olduğunda fikir birliği yapmıştık.
Dava görüldü, tetikçiler cezaevine yollandı ama, dönemin mahkemelerinin kamuoyunda gelen baskılara da direnerek cinayetin “örgütsel” boyutu üzerine gitmemiş olmaları da hukuk tarihine geçti. Ülke, bu alanda kendini şimdi toparlıyor ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekili Yusuf Hakkı Doğan’ın titizlikle yürüttüğü yeni soruşturmayı yakından izliyorum. Dinkcinayetinde kusurlu kamu görevlilerinin bu cinayetteki rolü verilen ifadelerle giderek ortaya çıkıyor. Detaylarına girecek değilim, meslek ilkelerim, sürmekte olan hukuki süreçler hakkında enine-boyuna yorum yapmamı engelliyor, fakat, ortaya çıkan tablo, cinayetin, dönemin emniyet istihbarat mensuplarının da adının karıştığı şekilde, “geliyorum” diyerek işlendiğini gösteriyor.
Bu arada, elde edilen bilgiler, Ankara Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı bünyesinde 2006’da kurulmuş, yasal yapıya ancak 2012 Haziran ayında kavuşturulmuş “gizli” C5 Şube’nin de araştırılması gerektiğini gösteriyor.
Türkiye, 2006-2007 sürecinde üç büyük cinayetle karşılaştı: Rahip Santoro-Hrant Dink ve Zirve Katliamı... Bu cinayetlerin, devlet içinde yapılandırılmaya çalışılan “yeni vesayet sistemi” tarafından “eski vesayetin” sahiplerine yani generallere yıkılmaya çalışıldığını da izledik...
Santoro-Dink bağlantısı
Trabzon’da Rahip Santoro’yu öldürmekten 18 yıl 10 ay hapse mahkum olan Oğuzhan Akdin cinayeti işlediğinde 16, Hrant Dink’in katili Ogün Samast ise 17 yaşındaydılar. İkisine de bir takım “abiler” “Yaşınız küçük, az bir ceza alır, kurtulursunuz” demişlerdi. Rahip Santoro, emniyet istihbarat tarafından “Pontusçu” olduğu gerekçesiyle izlendiği ve emniyete“öldürülebilirim” diye başvurduğu bir dönemde, çocukluğunda bile eline silah almamış bir “çocuk katil” tarafından öldürüldü!.. Dink ise 2004 yılında çağrıldığı İstanbul valiliğinde Vali Yardımcısı Ergün Güngör’ün makam odasında tehdit edilmiş bir porte olarak yaşadı son üç yılını...
Ortada, Santoro-Dink cinayetlerinde aynı siyasi örgütlenme kaynağını kullanmış (Muhsin Yazıcıoğlu o helikopter kazasında nasıl öldü?) ve Malatya’daki Zirve Katliamı’nı Hurşit Tolon’a kadar uzatmaya çalışmış devlet içinde bir gizli yapılanma var.
Nedim Şener, bu işlerin üzerine gittiği için meslektaşı Ahmet Şık’la birlikte hiç olmadık işler yaşadı. Hanefi Avcı’nın yaktığı işaret fişeğinden sonra yaşadıkları ise devletimizin hukuk hanesinde büyük bir kara deliktir.
Eğer siyasi otorite, 17-25 Aralık günlerinde yaşanılanları tam olarak çözmek istiyorsa, 2006 yılına geri dönmelidir.
Rahip Santoro... Hrant Dink... Zirve Katliamı...
Artık biliyoruz... Yaşanılanlar bir darbenin ayak sesleriydi...
Net olarak bilmediğimiz gerçek, o darbe sürecinin sonlanıp sonlanmadığıdır...
Sözüm, Selahattin Demirtaş’a...
Teşhisiniz yanlış: Bir “devlet krizi” yaşanmıyor ve varsaydığınız bu krizin size geniş manevra alanı yaratacağı bir teoriden ibaret...
Sizi sokağa kim teşvik ediyorsa, onlara iyi bakın, arkalarındaki “karanlık gölgelere” biz bugünlerde “üst akıl” diyoruz...