Ben iyimser tabiatlı bir insanım. Onun için olaylara ve durumlara müsbet yönden bakmayı tercîh ederim.
Fakat bu herşeyi ille de sevinçle karşılamak anlamına gelmez elbet. Yâni iki otobüs çarpışıp yirmi kişi ölse, aman ne iyi; otuz kişi de ölebilirdi, demek bence iyimserliğe değil biraz enâyiliğe delâlet eder ki ben, hiç değilse bu bağlamda, enâyi olmadığımı sanıyorum. Yoksa bu mantıkla yeryüzündeki her felâkete bir kulp takmak mümkindir:
İkinci Dünyâ Savaşı’nda 50 milyon insan mı öldü? Aman ne iyi! 100 milyon da ölebilirdi; yine verilmiş sadakamız varmış...
Hayır, iyimserlik, eğer gerçekçilikle ortak bir payda bulamazsa ona iyimserlik değil... Bkz. ilk paragraf...
Bu noktaya kalın bir mim koydukdan sonra Türkiye’nin geleceği konusunda niçin ümidvâr olduğuma geleyim:
Türk Milleti, içinde barındırdığı bütün kavimlerle; Türküyle, Kürdüyle, Arabı, Ermenisi, Rumuyla; ayakları sağlam yere sağlam ve pratik tarafı ağır basan insanlardan müteşekkil bir toplulukdur. Yâni bir işe başlayıp başlamayacağına, herhangi bir meseleyi benimseyip benimsemeyeceğine karar verirken önce o husus akla yakın mı değil mi ve yararlı mı değil mi ona bakar. Başka bir deyişle olmayacak duâya pek âmin demez.
İstisnâlar elbet burada da bulunur ama kaabil-i ihmâldir.
Günümüz Türkçesiyle négligeable!
Benim Türkiye husûsundaki iyimserliğim işte tam bu özelliğimizden kaynaklanıyor.
Meselâ şu bölünmemiz problemini ele alalım!
Türkiye’nin bölünmesini isteyen, hem de alabildiğine isteyen “dâhilî ve hâricî bedhahlar” yok mu?
Ühüüüü-üü! Hem de sürüyle var!
Türkiye’yi o kadar “seviyorlar” ki bir tânesi onlara yetmiyor; iki tâne, üç tâne, hattâ mümkinse beş altı tâne Türkiye olsun diye içleri gidiyor.
Bunlardan bâzıları militan ve aktif... Ama öyle olmayanların da mevcûdiyetinden emînim ve bunu da normal karşılıyorum. “Ah, biz Kürdlerin niye hiç ayrı bir devleti olmamış?” diye hayıflanmak fevkalâde beşerî bir davranışdır. Ancak aklı başında her Kürd muhtemelen böyle bir teşebbüsün bütün Önasya ve hattâ ondan da çok daha geniş bir bölge için nelere mâlolacağını da hemen hesablayacağı için bu fikri, şimdilik kaydıyla bile olsa, derhâl gündeminin dışına sürer.
Hiç birimiz kâhin değiliz.
Bundan on, yirmi, kırk, seksen sene sonra neler olacağını hiç birimiz kestiremeyiz. Kestirmek istesek dahî bu tahminlerimizin “temennî salçası” ile yoğrulmaksızın “servisedilmesi” pek beklenemez.
Ama 2014 Yılı’nda bir Kürd yurddaşımızın; NATO üyesi, bütün Önasya’nın en gelişkin ve hâlen de en hızlı gelişen bir ülkede yaşamak yerine; varlığını aşağı yukarı tamâmen başka bir ülkenin yâhut başka ülkelerin inâyetine borçlu ve her an her yandan muhtelif taarruzlara uğrayabilecek ve ağleb-i ihtimâl uğrayacak, istikbâli pamuk ipliğine bağlı bir “Âdet Yerini Bulsun Kürdistanı” yerine Türkiye Cumhûriyeti adlı nisbeten çok, ama çok sağlam ve korunaklı bir binânın “hâne halkı”ndan biri sıfatıyla yaşamayı yeğ tutacağı âşikârdır.
Tabii bir nebze aklı başındaysa!
Onun için ben artık kabak tadı vermeye başlayan mütemâdî “bölünme paranoyası” yerine “gürbüzleşme planları”na ağırlık verilmesi zamânının epeydir geldiği kanaatindeyim.
Artık şu “Eyvahlaar olsun! Bundan böyle Diyarbakır’a vize ve pasaportla mı gideceğiz?” zevzeklikleri yerine oturup “Türkiye’yi yakın gelecekde nasıl eder deçevredeki bütün ülkelerin eklemlenip Türk pasaportu almaya can atacakları bir merkezhâline getiririz?” suali üzerine yoğunlaşmamız bence çok daha yararlı ve “gerçekçi” olacakdır.
Nasıl mı?
Ne demiş Romalılar?
“Gladiator in arena capit consilium!”
Bu ne mi demek, Güzel Ablalar, Yakışıklı Ağbiyler?
Bastırın teklikleri ifşâ edeyim!