İlkin; çocuklarının daha başarılı olmasını isteyen annelerin, moral motivasyon ve çalışma disiplini kazandırmak istedikleri evlatlarıyla birlikte gitmeye başladıkları, psikologlar ve danışmanlık büroları girdi dünyamıza... Doksanların ilk yarısıydı yaygınlaşmaya başladıklarında... Doksanların ikinci yarısındaysa hiperaktif çocuklar, otistizmle mücadele, üstün zeka araştırmaları eklendi danışmanlık bürolarının işlevlerine... İki binlerin başından itibarense, evlilik sorunlarıyla ilgili mevzular için gidilmeye başlandı psikologlara... Şimdilerdeyse, boşanmanın konuşulduğu evlerde muhakkak zikredilen bir kurum haline geldi; ‘’aile terapistleri’’...
Psikolog ile Psikiyatrist toplumumuzda birbirine çokça karıştırılan iki meslek erbabı. Oysa birisi davranışlar ve alışkanlıklarla ilgili iş görüyor, diğeri ise tıbbi bir uzmanlık alanı, akıl ve ruh sağlığı ile ilgili... Biz yetişirken Prof.Ayhan Songar gibi hocalar, ruh hastalığı tabirini kullanmayı doğru bulmazlardı. Akıl sağlığı derlerdi ve akıl sağlığının bir yanıyla terapiye muhtaç diğer yanıyla kimyevi donanımı sağlamakla terazileneceğinden bahsederlerdi...
Ruh... Bir okyanus. Doğrusunu isterseniz henüz ‘’teori’’ mertebesindeki ekoller üzerinden geniş ve radikal yorumlar yapılmasını şüpheyle karşılayan birisiyim. Her insanın ruhu ayrı bir şiir gibi çünkü. Harflerimiz, kelimelerimiz aynı olabilir, ama herkesin ruh şiiri ayrıdır, herkesin ruhunun vezin yapısı, aliterasyon apayrı...
Çok ağır bir ders temposu, çok zorlu sınavlar, ağır bir uzmanlık döneminden sonra psikiyatrist hekim olabiliyor doktorlarımız. Onlara saygım, hürmetim sonsuz. Bacağınız, kolunuz bir kaza sonucu yaralanınca, dikiş atılıp tamir ediliyor... Ya ruhunuz, kalbiniz kanadığında, nasıl duracak bu kan, ruhumuzu, kalbimizi, zihnimizi nasıl ve kim onaracak?
***‘’Kırmızı Oda’’ adlı televizyon dizisi, gerçek hikayelerden yola çıkılarak yapıldığı anonsuyla gündeme düştüğü ve bir psikiyatrist hanımın muayene odasında geçen anlatımlar üzerinden canlandırıldığı için olsa gerek, seyirciler üzerinde büyük tesir bıraktı...
Ben filmi seyrederken, gazetelerin 3. sayfa haberlerini okuduğumda duyduğum yalnızlığı iliklerime kadar hissettim. İşlenen cinayet, tanık olunan şiddet, yasak ilişkiler, kazalar, ölümler... Bunların her birisinde, dosyalarını veya haberlerini okuduğumda aynı şeyle karşılaşırım; konuşacak kimsemizin olmayışı, derdimizi kimseye açamayışımız, kimseyle paylaşmadığımız, kimsenin zaten çok da farketmediği büyük yalnızlığımız...
Filmdeki Psikiyatrist hanım, çok sevilen, cana yakınlığıyla ünlü bir isim, acaba bu yüzden mi bilemedim, ama o kırmızı odada kahve-çay içerek sizin anlatacaklarınızı sükunetle dinleyecek bir insanın olması... Hele bunun bir profesyonel yani bir hekim olması, gerçekten insanın içine güven duyguları bağışlıyor olsa gerek...
‘’Güven’’... Asrımızın yalnızlaşma kadar ciddi problemi. Siyasetten, yönetime, eğitimden, sağlığa, hukuktan, trafiğe kadar her anımızda giderek artan bir güven talebiyle karşı karşıyayız... Modern insanın beklentisi ‘’pürüzsüz hayat’’ın bir parçası olabilir bu elbette, ilk insanlar vahşi hayvanlardan korkuyorlardı, biz elektrik kesintisinden korkuyoruz söz gelimi... Ama bu güven bunalımın sadece konformist yaklaşımlarla baştan savamayız. Pozitif bakış açısının büyük meydan okumalarıyla adeta göklere hapsettiğimiz maneviyat, bugün büyük bir açlık olarak karşımızda duruyor. Modern insanın mistik arayışı, insanın ailesinden, dostlarından güven beklentisi ile dallanıp budaklanıyor. Çocukluğumuza özlem, eski bayramlar, eski mahallemiz, sadece nostaljik hatırlayışlar değil, güvenli zamanlara kaçışımız, samimiyete ve güvenilirliğe olan özlemimizle harmanlanıyor...
Şimdiye kadar hep hukuk, edebiyat ve psikiyatri ilişkisini düşünmüşüm... Acaba ilahiyatçıların psikiyatri ile ilgili olarak düşünceleri nelerdir? Bir etik tartışma var mı, yoksa nasılsa psikiyatristler var ne kadar sıkışırsa sıkışsın insan, ne kadar yalnız kalırsa kalsın doktorlar var yeter mi diyoruz?