Türkiye’de politik film denen kavramın olduğundan da belirsiz ve karmaşık bir tür olarak algılanması git gide vahim bir hal alıyor. Politik olayları ve görüşleri sinemaya uyarlama biçimimizde çok ciddi sorunlar var. Birkaç sinemacı sadece kendi dalında değil politik arenada da ses getiren cesur çıkışlarda bulunurken birçok sinemacı neden yaptığının cevabını net biçimde veremeden politikası olmayan politik filmler yapma hatasına düşüyor.
Bilinçli olarak politik film yapmak için yola çıkanları iki alt gruba ayırıyorum. İlkinde güncel olaylardan yola çıkarak, gerçek kişilere gönderme yapan; ya sekter ya da tarafsız bir duruşu tercih eden filmler var. İlk gruptan kelimenin en kaba ve dar anlamıyla propaganda filmleri çıkıyor karşımıza... Ne yazık ki bu filmlerde de şöyle hakiki bir mücadeleci ruh yok. Mütereddit militan diyorum ben onlara. Hiçbir şeyi cesurca tartışmaya açmıyor, hiçbir meseleyi derinlemesine sorgulamıyor, bildiklerini okuyorlar... Ama ezbere! Tereddütsüz meydan okumuyorlar yanlış gördüklerine, sadece doğru bildiklerinin alenileşmiş, kabul görmüş kısmını tekrarlıyorlar. Çift yönlü propaganda kavramından bihaber olduklarından değil asgari eleştiri ve azami pohpohlanmayla yetinmek için, korkarım.
İkinci grupta ise ne söyleyeceğine tam olarak karar verememenin, fikrini dizginlemenin, tavrını törpülemenin, kimseyi kışkırtmadan lafı dolandırarak söylemenin verdiği samimiyetsizlik göze çarpıyor. Bunun adı aslında tarafsızlık ya da “nesnel yaklaşım”dan çok çekimserlik... Madalyonun her iki yüzüne de bakmak lazım düsturuyla filmin politik duruşunu yazı tura atmaya döndürüyorlar. Bazen yazı bazen tura geliyor ama ne ifade etmek istedikleri net değil. Güzellik yarışmalarında hiç lüzumu olmadığı halde siyasi görüşü sorulan adayların otuz iki dişlerini göstererek “vörld piis” demeleri kadar inandırıcılıktan uzak mesajlar veriyorlar.
***
Her iki alt grupta da sinemasal değerlerin geri plana itilmiş olması en üzücü durum. Öyle olmadıklarını tahmin etmeme rağmen, bu filmlerin bana ne hissettirdiğini “dost acı söyler” kontenjanından itiraf etmeliyim: Bir televizyon dizisinin 87. bölümü ayarında bir heyecansızlıkla çekilmişler sanki! Ekip işini profesyonelce yapmış ama pek de özen göstermemiş çünkü “otomatiğe bağlamışlar”. Yeterince uzun bir süre tekrarlanan bir durumun verdiği bıkkınlık ve işin bir an önce bitirilmesi gereğinin verdiği acelecilikle kotarılmış izlenimi veriyor incelikten yoksunlukları. Senaryonun baştan savma ve şematik, diyalogların slogan ile vaaz arası, oyunculukların son derece kalıplaşmış, mizansenin kişisel biçemden yoksun, sinematografinin “cam gibi görüntü”den, kurgunun olayları kronolojik sıraya dizmekten ibaret kaldığı, sinema duygusu vermek için sadece müzik ve ses efektlerinden medet umulduğu yapımlar izleyiciyi de çekmiyor. Politik filmlerin varlığı muhtemel izleyicisini yani...
Türkiye’nin can yakan gerçekliği içinde yaşayan ve bu gerçekliği umursayanlar ekranda durumlarına nesnel bir yaklaşımda bulunan, muğlak portrelerini çizen ya da mücadelelerini yansıtmada tereddüt eden filmleri izlemeyi neden istesin?
Politik film dediğiniz belgesel bile olsa bir dünya, bir oyun kurmalı ve onun üzerinden ifade etmeli meselesini. Televizyon haberlerinden klipler, gazete manşetlerinden alıntılar, tarihten kesitler serpiştirerek izleyiciye zaten bildiği bir şeyi bir kez daha tekrar etmek politik film yapmak değil. Yaşanmış bir olayı ona güncel ve yerel olanın ötesinde bir boyut kazandırmadan, estetik katmadan yeniden üretmek sinema bile değil... Olayları fazlasıyla dramatize etmek ya da gülünçleştirerek sunmak, çok fazla karakteri işin içine katıp filmi süslemek ve ayrıntılarla meseleyi boğmak da politik film yapmak değil.