'Örgüt aklı’ müstakil bir ekosisteme tekabül eder. İnşa edilen bu dünyanın içerisinde nevi şahsına münhasır bir dil, kavram setleri, özel fobiler ve telmihler, jargon, referanslar ve meşrulaştırma mekanizmaları bulunur. Yine kendine özgü bir ‘kurtulmuşluk illüzyonu’ içerisinde, misyoner bir hareket olarak varlığını sürdürür. Bu ekosistemin zamana, tarihe ve hakikate karşı oldukça güçlü bir zırhı vardır. Zira inşa edilen siyasal teoloji, neredeyse tamamen dogmalardan oluşur. Kendi kehanetine öylesine müptela hâle gelir ki, yaptıklarının dışarıdan ‘nasıl göründüğü ve ne olduğuyla’ ünsiyetini tamamen kaybetmeye başlar. Bu bir taraftan da siyasalın tükenişi anlamına gelir. İroniktir ki, siyasallaşma ve ideolojik anlamda doz aşımına uğradığı düşünülen bu yapılar, anti-siyasal bir dünyaya tam anlamıyla ram olurlar. Çoğu kez siyasetin değil, belki de antropolojinin birer konusu haline gelmekten kendilerini alıkoyamazlar.
Farklı düzeyler ve formlarda olsa da, bambaşka yapılar olduğu farz edilen Fetullahçılıktan IŞİD’e, PKK’dan El-Kaide’ye hemen hepsinin benzer sıkıntıları ürettiğini görürsünüz. Kapalı sistemlere mahkûm olmanın tabiî bir neticesidir bu. Birisi darbe yoluyla ülkeyi ele geçirmeye çalışır, diğeri küresel terör dalgası yaratarak nihilist bir zaferin peşine düşer. Birisi kanton, diğeri devlet kurmaya kalkar. Bu yapıların en zor durumda kalan unsurları ise kamuoyu ile belli bir meşruiyet zemininde muhatap olmaya kalkanlardır. Onlar ne Musa’ya ne de İsa’ya yaranamayıp, sürekli arafta kalmanın sancısını rasyonelleştirmekle ömür tüketmek zorundadırlar. Bitmez tükenmez bir tutarsızlığa ram olurlar. Yalan söylemek, dezenformasyonun ucuz birer askeri olmak ve müfteri mevziinde sürekli nöbet tutmak zorunda kalırlar.
Örgüt aklı, kendine özgü bir ahlâk da inşa etmek durumundadır. Organizasyonun içerisinde oldukça katı ve muhkem bir şekilde işleyen adalet ve ceza sistemi de mevcuttur. Açık sistemlerde bütün hukuki mevzuata ve cezalara rağmen engellenemeyen suçların çoğu, bu yapılarda neredeyse görülmez. Ama bu durum, örgütün kendi ekosistemi dışındaki dünya ile kurduğu ilişkilerde sıfırlanır . İzmarit atmanın yasak olduğu dünyadan çıkanlar, oldukça rahat bir şekilde uykusunda uyuyan insanları katledebilirler. ‘Vicdanî reddi’ seçim beyannamesine alacak kadar ‘vejetaryen siyaset’i öngörenler de, bu katliam karşısında dut yemiş bülbüle dönerler. Hatta daha ileri giderek bu durumu rasyonalleştirir, dikkatleri başka yöne çevirmek için kendilerini telef eder ve terörü meşrulaştırmak için olabilecek en sefil pozisyona savrulurlar.
Zamanın, tarihin ve hakikatin tesir ve nüfuz etmediği örgüt aklından sıyrılmadıkları sürece, ikna çabaları ve çözüm önerileri de çaresiz kalacaktır. Çünkü feci bir ‘tarihsel jetlag krizi’ yaşayan bu aktörlerle, aynı zaman içerisinde, aynı vakıalardan ve herkesin malumu olan hakikatlerden konuşmak imkânsız hale gelmiş durumdadır.
İş makinalarıyla devrimci savaş yürüten, yatak odasında uyuyan insanı öldüren, vesayet rejiminin irtica kurgusuna rahmet okutacak bir Türkiye-IŞİD kurgusuna iman eden, kerameti Amerikan jetlerinden menkul bir emperyalizmle savaştan kanton çıkarmaya çalışan, yüz binlerce Suriyeli’nin ve Kürtlerin de katili ile oldukça konforlu bir şekilde örgütçülük oynayan, kendi zindanına her gün başka bir duvar daha ören bir akıl var karşımızda.
Bu akılla nasıl muhatap olunacağı, hatta nasıl yönetileceğinin Kürt meselesi ya da demokratikleşme sorunsalıyla da ünsiyeti büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Bu durumla ilgili olarak, 2012 başında şu satırları bir röportajda dile getirme ihtiyacı hissetmiştik: “PKK Kürt meselesiyle bağını kaybetmiş, siyasi aktör olma özelliğini de kaybeden antropolojik bir soruna dönüşmek üzere. Dağdan PKK’yı siyasal metotlarla indirmenin imkânsızlaştığı bir noktaya doğru gidiyoruz. Dağdan inemeyen, inmekten korkan, öğrenilmiş cehaleti olan silaha her seferinde bir müptela gibi sarılan, 2012 senesinde en iyi ihtimalle 1970’lerde kalmış anakronik bir siyasi dil ile var olmaya çalışan, yaşları 60’ı geçmiş insanların yönettiği bir örgütten bahsediyoruz.”
Bugün de benzer bir çıkmaz yaşanıyor. PKK’yı silahsızlandırma ya da silahsızlanması meselesinin dibacesi ‘siyasallaşma krizi’ne dönüşmüş durumda. PKK’nın, siyasallaşma korkularını yenmeden, yani zamana, tarihe ve hakikatlere karşı giyindiği zihinsel ve örgütsel zırhı çıkarmadan ‘muhatap olma sorunu’nu aşması mümkün görünmüyor.
Açılım ve Çözüm Süreçleri, aynı anda vesayet rejiminin nöbetçileri olan PKK ve çözüm karşıtlarına normalleşme teklifiydi. Çözüm Süreci karşıtı aktörlerde, özellikle kamuda ciddi bir normalleşme yaşandı; millet ise sürece sahip çıkarak bu normalleşmeye güvence verdi. Ama PKK, Türkiye’nin en fazla demokratikleştiği dönemde, en fazla terör örgütü olmayı tercih etti.