Yıllardır inkarcı ve asimilasyon politikalarıyla hareket eden devlet aklı, Kürt sorununu hep yok saydı, yok saydıkça da terörün beslenip büyümesi için uygun zemin hazırladı.
Bununla da yetinmeyip, baskı politikaları uygulayarak terörü yok edebileceğini sandı. Oysa, terör örgütünün istediği tam da buydu. Halkın mağduriyetini kullanarak, hem güçlü bir taban oluşturdu hem de geniş bir hareket kabiliyeti kazandı.
Terörün giderek Türkiye’nin başına bela olması karşısında adeta bir akıl tutulması yaşayan devlet, salt güvenlik öncelikli politikalarla terörü bitirmeye çalıştıkça, sorun daha da kangren hale geldi.
Öyle ki, 90’lı yıllarda güvenlikçi anlayışın bulabildiği en parlak yöntem, OHAL uygulaması oldu. İşte bu uygulama, özgürlüklerin ve hakların önünü kapattı ama PKK’nın önünü sonuna kadar açtı. OHAL uygulaması, PKK için adeta ilaç gibiydi.
AK Parti iktidarı, “demokratik açılım” projesiyle Kürt sorunu ve terörle mücadele konusunda bir paradigma değişikliğine giderek bütün ezberleri bozdu. Devlet her iki sorunla da yüzleşerek esaslı bir değişime gitti ve asayiş penceresinden bakmaktan vazgeçti.
AK Parti iktidarı, bir taraftan AB perspektifinden demokratik standartları yükseltirken, bir taraftan da ekonomik ve sosyal politikaları geliştirerek siyasal aklı devreye soktu. Bu politikalara paralel olarak da “güvenlikçi” anlayışla özdeşleşen birçok uygulamayı kaldırdı.
Demokratik açılım özü itibariyle, gerek Kürt sorununun çözümünde, gerekse terörle mücadelede siyasal aklın devreye sokulmasıdır.
Bu sayede Türkiye, Kürt sorununun genel demokratikleşme problemlerinin bir sonucu olduğunun farkına vardı. Dolayısıyla, topyekun demokratikleşmeyle birlikte bu sorunun da çözülebileceğini gördü.
Diyebilirsiniz ki, demokratik açılıma ve demokratikleşme hamlelerine rağmen, terör hala canımızı yakmaya devam ediyor. Ancak kabul edelim ki, faturayı demokratikleşmeye çıkararak bu beladan kurtulamayız. Unutmayalım ki, terörün Türkiye’nin gündemine girdiği ilk günden bu yana, toplumu en fazla umutlandıran siyaset, açılım siyasetidir.
Nitekim son dönemde, Başbakan TayipErdoğan’ın Kürtçenin seçmeli ders olarak müfredata gireceğini açıklaması, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun “çözüm”de biz de varız diyerek Başbakan Erdoğan’la buluşması ve Kürt siyasetinin önemli aktörlerinden birisi olan Leyla Zana’nın, “Kürt sorununu ancak Tayip Erdoğan çözer” şeklindeki açıklamaları, toplumda yeniden çözüm umutlarını tazeledi.
***
Şimdi Türkiye’nin hemen her tarafından, yüksek sesle, “Bu kan dursun ve artık analar ağlamasın” feryatları yükseliyor. Şehitlerimizin geldiği en acılı günlerde bile “vuralım, kıralım”dan çok, “bu acıyı bitirelim” seslerinin yükselmesi, toplumun kardeşlik ve barış konusunda nasıl bir olgunluk içinde olduğunun en önemli göstergesidir.
Ancak ne yazık ki, herkesin yeni bir çözüm iklimi için umutlandığı günlerde, bir sabah uyandığımızda, yeniden terörün kanlı yüzüyle karşılaştık. Evet, ölüm makinesi “çözüm”e bir kez daha tuzak kurmuştu.
Peki neden?
Çünkü, terör örgütü Türk ve Kürt gençlerini katlederek ancak ayakta kalabiliyor.
Belli ki, terör örgütü uluslararası ölüm tacirlerinden yeni bir katliam ihalesi almıştı.
Bir gerçeğin altını çizmekte yarar var. Kürt siyasi aktörleri de dahil olmak üzere, toplumun bütün kesimlerinin ortaya koyduğu “çözüm” inisiyatiflerine rağmen, PKK hala 90’ların OHAL şartlarında iş görmeye devam ediyor. Aslında, PKK kanlı eylemleriyle devletin yeniden eski baskıcı günlerine geri dönmesini istiyor ve bunun için adeta kışkırtıyor. Yani, kendisini vareden “vesayet” günlerini özlüyor...
Ama, Türkiye artık “eski Türkiye” değil. Türkiye’yi yöneten siyasi irade, vesayet dönemlerinin, bu topluma ne tür acılara malolduğunu çok iyi biliyor. Bir kez daha hatırlatmakta yarar var, “askeri vesayet” bitti ama PKK’nın Stalinist diktatöryal vesayeti devam ediyor.
Her şeye rağmen Türkiye acılarını kalbine gömerek, şiddetin diline prim vermeden, kardeşlik ve barışın kapılarını sonuna kadar açacak ve terör örgütünü asla sevindirmeyecek.