21 Nisan Pazartesi günü Bahçeşehir Üniversitesi’nde Türkiye’den ve Avrupa’dan katılımcılarla “PISA verileriyle eğitimde Avrupa modeli ve Türkiye karşılaştırması” başlıklı bir toplantı düzenleniyor.
Bendeniz de bu toplantının bir aşamasında bir oturum moderatörlüğü görevi üstleniyor.
Malum, PISA sonuçları ülkemizde son senelerde çok tartışılıyor, iyi ki de tartışılıyor, böylece özellikle ilköğretim ve lise aşamalarında öğretim sorunlarına objektif, mukayeseli bir bakış, sorunların tespiti mümkün oluyor.
PISA meselesini bu sütunda defa’âtle tartıştım, kapsamı hakkında bilgi aktarmaya gayret ettim, bu nedenden bugünkü yazımda bu detaylara girmeyeceğim, PISA’nın resmi tanımı da şu: “Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı” olan PISA, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) tarafından üçer yıllık dönemler hâlinde, 15 yaş grubundaki öğrencilerin kazanmış oldukları bilgi ve becerileri değerlendiren bir araştırma projesidir.”
Daha önceleri PISA sonuçları sıralamasında Finlandiya birinciliğe abone olmuş iken şimdi Uzakdoğu ülkeleri, Güney Kore, Singapur, Şanghay (Çin’in bölgesi olarak) başta gidiyorlar.
Son 2012 araştırmasında Türkiye 66 ülke arasında 42. Sırada, OECD ülkeleri arasında da sondan üçüncü.
Bu durum çok parlak bir durum değil, bizim eğitimciler de bir ölçüde haklı nedenlerden karalar bağlıyorlar ama son zamanlarda bu durumun dünyanın da sonu olmadığı fikri bende yerleşmeye başladı, açmaya çalışacağım.
PISA araştırmalarında ilk sıralarda rastlayamadığımız başka bir ülke de ABD; ABD 25-30 gibi bir aralıkta dolaşıyor.
ABD’li eğitimciler de bu durumu tartışıyorlar ama çok da büyük sorun yapmıyorlar.
Unutmayalım, ABD, PISA sıralamasında cesametine göre çok başarısız ama aynı zamanda da dünyanın hiç tartışılmaz bir biçimde bilim merkezi, üniversiteleri de dünyanın yine tartışılmaz bir biçimde en iyi üniversiteleri.
15 yaş öğrencilerinin PISA sıralamasında çok başarısız olması ile dünyanın en iyi üniversitelerine sahip olma bir çelişki mi, pek zannetmiyorum, önemli olan meseleye serinkanlı, hamaset dışı yaklaşmak.
Üniversite sistemlerimiz, yapılarımız ve üniversite performanslarımız ABD ile hiçbir biçimde benzeşmiyor ama lise düzeyinde ortak sorunlarımızın varlığı kesin.
Bizde, seksen milyonluk bir toplumda, üniversite öncesi aşamalarda yaklaşık 17 milyon dolayında öğrenci, ABD’de, nüfus yaklaşık 310 milyon, aynı aşamalarda altmış milyonu mütecaviz öğrenci var.
ABD’yi bir kenara bırakalım, ben Türkiye’nin 17 milyon öğrenciye, yaklaşık 750 bin öğretmenle ve öğretmenlerin mevcut ve yakın gelecekteki beklenen nitelikleriyle, öngörülebilir yetkinlik düzeyleriyle ve ülkemizin gelir ve bütçe kısıtlarıyla düzgün bir öğretim verebilecekleri kanaatinde değilim.
Bu durum kısa ve orta vadede değişebilir mi, bilemiyorum, değişebilse bile bu olumlu değişimin yani bizi PISA sınavlarında OECD ülkeleri arasında 10’lu, 20’li bir sıraya çıkaracak değişimin maliyetinin muazzam olacağı ortada.
Muazzam maliyeti anlıyoruz, üstlenelim ama benim bir kaygım da bu çaba ve maliyetin gerekliliği üzerine.
17 milyon öğrencimizi, gencimizi mevcut müfredat sınırlamalarının, zorlamalarının dışına taşıyabilsek, hedefleri, yüzde doksanı çok anlamsız, iyice düşürsek, zaten bu hedeflere ulaşılamıyor, türkçesi, kendi kendimizle barışsak, bu malzemeden iyi bir yemek çıkmayacağını hiç komplekse kapılmadan kabullensek ne iyi olur.
Çocuklarımıza, liseyi bitirene kadar, okumayı sevdirelim, bol bol kitap, roman okutalım, ingilizce öğretelim ve çok basit matematik bilgiler verelim, yeter de artar bile, bu arada da liselerin kendi müfredatlarını oluşturabilmelerine de kapıyı aralayalım.
Ve, bundan sonra da üniversiteyi konuşalım.
ABD’nin dökülen liseleriyle nasıl dünyanın en mükemmel üniversitelerine sahip olduğuna da, model bize çok benzemese de, biraz kafa yoralım.
PISA sonuçları bir teşhis aşaması, önemli, 15 yaş düzeyinde manzaramızı sergiliyor ama buradan kalkıp bizim PISA’da yukarılara tırmanmaya kalkmamızı hiç anlamlı görmemeye başladım, çünkü pek mümkün değil.