Öncelikle bir sual; “Peygamber Sofrası nasıl bir sofraydı?” Tarihlerin aktardığına göre sade ve davete açık bir sofraydı. Çokluğuyla övünen, gururun hüküm sürdüğü, insanların makamlarına göre sıralandığı, birileri yerken diğerlerinin yutkunarak baktığı bir yer değildi o sofra... Hz. Aişe’nin pek çok kez “iki siyah” diyerek söz ettiği hurma ve zemzem o sofranın kıdemlileriydi mesela. Yine annemiz yaşlılık günlerinde icabet ettiği bir yemek davetinde, hurma ve zemzemi, kuru et ve ekmekle birlikte aynı sofrada görünce titreyerek ağlamaya başlamış, Kainatın Efendisinin (sav) vaktiyle kendilerine anlattığı kıyamet alameti zengin sofralarından birine denk geldiğini zannetmişti...
Taziye adabı ve Allah rızası için dostluğun bizdeki değeri büyüktür. Hatta Riyazü’s Salihin isimli hadis külliyatı ki güncel hayatın adabı muaşereti ve günlük fıkıh pratiği de diyebiliriz bu esere; başlı başına insan ilişkileri, komşuluk ve arkadaşlık hukuku, hastalık ve hüzünlü taziye günlerindeki adap gibi bizi hem ferdi hem içtimai manada terbiye eden, İslam toplumuna has görgüyü inşa eden çok değerli bir muhtasardır...
Modern hayat bizleri insani ilişkilerden tecrit ediyor. İnsan kendi yalnızlığıyla en çarpıcı şekilde hastalık ve hüzünlü ayrılık zamanlarında karşılaşıyor. Zor zamanda dostluğun değeri belki altınla bile tartılmıyor. Daha doğrusu kimin dost olduğunu insan, böylesi güçsüz vakitlerinde daha iyi görüyor.
Araştırma ve Kültür Vakfı’ndaki arkadaşlarımız sağolsunlar “Peygamber Sofrası” adı altında güzel bir geleneği ihya ediyorlar. Hurma, peynir, zeytin, zemzem, ekmek koydukları uzun yer sofralarını serip, toprak kaplar toprak testilerle ikram ediyorlar Kur’an yolcularına. Hayatınızda hiç testi kucakladınız mı bilmiyorum. İlk kez annem için su ikram etmek nasip oldu. O serin toprak testiyle dertleştim; merhaba güzel ve dertli arkadaşım dedim sanki beni işitiyordu, halimden anlıyordu, nasıl anlamasın, onun da benim de aslımız da topraktandır ve Allah’tan geldik işte Allah’a gidiyoruz...
Hocamız Fatıma Kutluoğlu’nun Kur’anı Kerim’le tanıştırdığı bu güzel dostlarımız, aramızda herhangi bir akrabalık bağı olmadığı halde rahmetli Anneciğim için “amin” demeye gelmişler. Bu sımsıcacık dostluğu, bugünün menfaatler ve analitik ilişkiler üzerine kurulu haliyle karşılaştırmak büyük yanlış... Ama insan özellikle mahzuniyet günlerinde sarsıcı bir yüzleşmenin de içinde geçiyor, paramparça ediyor insanın parmaklarını da gönlünü de bu derin yalnızlık, yapayalnızlık... “Kalpler ancak Allah’ı anmakla agah olur” nasihatının tefsiri gibi şu günlerdeki halimiz.
Peygamber Soframızdaki Yasinlerimizi, Tebarekelerimizi İstanbul’un değerli hafızlık hocalarından Mukaddes Çıtlak Hanımefendi okuyor. Mukaddes Hanım’ın bizzat mezuniyetini verdiği kendisi gibi hafız 300 üzerinde talebesi ve onların da yetiştirdiği binlerce hafızla düşünüldüğünde imrenilecek bir “ElifBa Ordusu” var. Hayat ve ahiret onun gibilerinin yaşantısında adeta birleşmiş, güzel revnaklı bir bahçeye dönüşmüş ve bu ilim bahçesinin anahtarı da kuşkusuz Hz. Peygamber aşkı... Hafız; Kuran’ı omuzlarında, Peygamber aşkını ise hayatında taşıyan bir cihad ehlidir aslında. Cehd eder, gayret eder, mücadele eder kendi nefsiyle, batılla, veballe ve ona bakan Allah’ı hatırlar, onun güzel ahlakı bir mum gibi aydınlatır etrafı... Mukkades Çıtlak hocamızın 1992’de kaleme aldığı bir şiirinde de söylediği gibi: Hafız “Kur’anı doya doya, yürekten duya duya, kalbine oya oya nakışlayan demektir/ Hasılı o Hüda’nın, Habib-i Mücteba’nın, Peygamber-i Zişan’ın sevdiği can demektir”...