Atatürk’ün Dolmabahçe’deki ölüm döşeği üzerine naylon sermişler.
Bâri kaymasın diye üzerine de don lastiği geçirselermiş.
Ayrıca yatağın ayakucuna çaput bağlamaya başlasak da fenâ olmaz.
Şimdiye kadar ihmâl edilmiş olması hatâ.
Şaka bir yana tam 2012 Türkiyesi’nin avâmî zevk seviyesine uygun olmuş
Ayaktakımı estetisizmi!!!
Allah nasîb ederse seneye saygı duruşunu da artık askerler polisler filan değil hanutçular yâhut bar fedâîleri yapar...
Keşke birtakım görgüsüzler Atatürk’ü bu kadar sevmeseler de Bahtsız Ölü’nün kemiklerini sızlatmasalar...
***
Hayvan işkencecilerine ve köpek kaatillerine dâir yazım -ne mutlu bana ki!- çok olumlu yankılar uyandırdı.
Bâzı okuyucu mesajlarına bizzat cevab verebildiysem de hepsine yetişemediğim için özür dilerim. Bu arada, kendi teknik yetersizliğim yüzünden, bâzılarına da istediğim halde cevab veremedim. Yâni kendi mesajımı yollayamadım.
Ama doğrusu bu kadar yoğun bir destek beklemediğim için ne kadar sevindiğimi anlatmam zor.
Belki bizden hâlâ ümid vardır, kimbilir...
Sonsuz teşekkürler!!!
***
Bunlar son 36 saatin sosyal iki konusuydu.
Ama ne yazık ki politika yakamızı bırakmıyor.
Türkiye şu sıralar dış politika bağlamında fevkalâde muhâtaralı sularda yüzen bir gemi gibi.
Eski günahların gölgeleri uzun olur derler. Birinci Cihan Harbi’nden sonra işlenen günahların ceremesini bakın hâlâ çekmeğe devâm ediyoruz.
İşin asıl öfke verici yanı bu günahların 1918’lerden sonra İngiltere ve kısmen Fransa tarafından “kasdî” olarak işlenmiş bulunmaları.
Osmanlı İmparatorluğu katledilip terekesi hayâsızca yağmalanırken çizilen sun’î sınırları kasdediyorum.
Daha önce de belirtmişdim yanılmıyorsam bu sınırlar ileride mütemâdiyen anlaşmazlıklar ve sürtüşmeler doğsun, bölge aslâ huzûra kavuşamasın ve bizler de bundan bilistifâde her zaman buraya burnumuzu sokup “tarafsız aracılar” sıfatıyla nüfûzumuzu sürdürelim diyen Londra ve Paris tarafından böyle ahlâksızca çizilmişdir.
İnceleyin, göreceksiniz ki bütün Arab Yarımadası’nda, Mısır’la Sûdan’da ve bütün Mağrib’de, yâni Kuzey Afrika’da, birbiriyle sınır meselesi bulunmayan hiçbir devlet bulamazsınız!
Bu sâyede sözümona bağımsızlık kazanmış, daha doğrusu bağımsızlıkları (!) kendilerine sadaka edilmiş yirmi küsur devlete önce Büyük Britanya ile Fransa ve daha sonra onların nefesleri kesilmeye başlayınca ABD durmaksızın müdâhale etmekdedir.
Bu senaryodan Türkiye de payını almışdır ve hâlâ almaktadır.
Türk Devleti’nin aslında kendi hamâkati sonucu yokdan vâretdiği ve üstelik gürbüzleşip kök salması için onyıllar boyu elinden geleni ardına koymadığı “Kürd Problemi” bu senaryonun önemli bir ayağıdır.
Tekrâr ediyorum:
Kürd Meselesi’ni mesele hâline getirenler Ankara’nın çapsız ve basîretsiz politikacı müsveddeleridir!
Bir nebze akıl ve hakkâniyetle Kürdlerin önemli ölçüde haklı istekleri daha 1950’lerde karşılanabilir ve Türkiye bugün kelimenin gerçek anlamıyla bir “millet” olarak, meselâ 72 kavimden oluşan “Amerikan Milleti” gibi bambaşka, ama her hâl ve kârda şimdikinden çok daha iyi ve sağlam bir yerde olabilirdi!
Ama onlar bölücülüğe çanak tutdular!
Bu “devlet aklı” bugün de tam olarak teessüs etmiş değildir, çünki alınan “doğru” tedbirler maalesef “çok geç” geldikleri için etkisiz kalmaktadırlar. Bünye o sıra artık daha kuvvetli dozda başka bir “ilaç” taleb ediyor olmaktadır.
Eğer önümüzdeki bir iki yıl boyunca hakıykaten zecrî ve etkin tedbirlerle barış sağlanmaz ise burada öyle bir kıyâmet kopacak ki Cehennem gözlerimize sayfiye semti gibi görünecek!
Demem o ki bizler bizler durumun pek de farkında değilize benziyoruz.
Bir söz vardır: Eğer herkesin endîşeli çehrelerle dolaşdığı bir muhitde siz tebessüm ediyorsanız durumu kavramamış olmanız ihtimâli yüksekdir.
Yaklaşan kasırganın uğultularına kulak vermek yerine yok efendim “Bahtsız Bedevî” idi yok “Kutup Ayısı” idi gibi pesdenkerâneliklerle uğraşmamızın arkasında yatan sebeb bu da olabilir.
Hazır açılmışken, o lafın doğrusu şudur:
“Bahtsız Bedevîyi deve üzerinde yılan sokar.”
Hani belki çoluk çocuğun önünde telaffuz etmek gerekir diye...