Hikâyeyi belki bilirsiniz:
Bir mîrasyedi, girişip kaybetdiği saçmasapan bir iddia yüzünden şehrin eski semtlerinden birinde bulunan “Umarsızlar Köşkü”nde bir gece geçirmeye “mahkûm” olmuş. Güneşin batmasına az kala götürülüp önüne bırakıldığı Köşk’ün büyük salonunda kendisini üç kişi karşılayarak içeri buyur etmiş.
Bunlar, her biri onsekiz ilâ doksan yaş arası görünen efendiden insanlarmış. Salonda rahat koltuklara oturup müeddeb hizmetkârların ikrâm etdikleri içki ve içecekleri yudumlar ve güneş de batarken “misâfir” kendisini ağırlayanların kimler olduğunu öğrenmek istemiş.
Muhâtablarından ilki demiş ki “Ben herşeyi duyanım.”
İkincisi ise “Ben her şeyi görenim” karşılığını vermiş.
Üçüncü ve sırtı kamburca, sol eli hafif çolak şahıs da demiş ki “Benimse canım sıkılır.”
Bunun üzerine “Bizimki”, yâni Mîrasyedimiz, kurcalamış:
- Nası’ yâni?
İlk muhâtab îzâh etmiş:
- Bakınız, meselâ şimdi şu sağ tarafdan bir ses geliyor.
Ne olduğunu anlayabiliyor musunuz?
- Ben ses mes işitmiyorum nerden geliyor ve ne diyor?
- Ses Paris’den geliyor, bir karı-kocanın sohbetini işitiyorum. Bu akşam sinemaya gitsek mi diye konuşuyorlar.
O ara ikinci Evsâhibi Misâfir’e ricâ etmiş: “Biraz kenara çekilir misiniz, göremiyorum.”
- Neyi göremiyorsunuz?
- Araya girdiğiniz için Moskova’daki maçı izleyemiyorum. Penaltı verildi...
Mîrasyedi Ziyâretçi bu sefer şaşkınlıkla yanıbaşında oturan Üçüncüye dönerek sormuş:
- Peki, sizin mârifetiniz nedir?
- Benim işte bunlara canım sıkılır hep.
Asıl kıssadan hisseye geçmeden önce müsaadenizle sırf şakacıkdan muhâkeme gücünüzü tesbît etmek üzere şöyle bir soru sorayım:
Bu muhâverenin İstanbul’da cereyân etdiğini farzedersek sözkonusu dört kişi yüzleri hangi yönlere doğru dönük olarak oturuyorlardı?
Fakat bu soru işin tâlî yanı.
Aslında ben bu hikâyeyi kendim uydurmadım. Sâdece bir iki teferruatı değiştirmişimdir belki. Önemli olan bence bu ufak “mesel” ile anlatılmak istenen.
Pek çok yıllar önce eski âile dostlarımızdan ve artık çokdan rahmetli olan bir zât bana bunu anlatdığı zaman kıssadan hisseyi ben de ona sormuş ve şu cevâbı almışdım:
- Hikâyelerden hisse çıkarmak anlatanların değil dinleyenlerin işidir.
O zaman pek üzerinde durmadığım bu cevâbın mânâsını çok sonraları, daha epeyi yaşlanıp az çok hayat tecrübesi edindikden sonra kavradığımı sanıyorum.
Bundan yüzlerce yıl önce bir bilge adam demişdi ki her insan kıyısında bulunduğu gölden elindeki kaba göre nasiblenir.
Peki, ben bu kadar lakırdıyı neden etdim?
Üç gün arka arkaya “Amerikalı” dişi penguenlerin dîni imanıyla yatıp kalkan bir toplumda yaşamakdan biraz canım sıkıldı gâlibâ...
Pazar yazımızı, Çetin Altan Ağabeyimizden esinlenerek bir şiirle bitirelim:
“Şeytan Cehennem ateşinde serinler.
Bâzen Nisandan sonra gelir Mart.
Melekler mesâî sırası Bach dinler;
Paydosdan sonra âlüfte Mozart.
Ölüm korkusuyla intihâr etmek
Korkusuyla yaşamakdan artık usandım.
Gaaib ruhlar namazgâhı, yasak bölgem,
Bilmem ki bir gölgeyi mi katilim sandım,
Yoksa bir katili mi gölgem?”