Evet, Yûnus Emre, 800 yıl öncelerden bize, söz söylerken, nasıl bir usûl ve uslûb ile hareket etmemiz gerektiğinin nasihatini yapıyordu..
Kocaman-kocaman adamların, caddelerde, 'etrafta kim var- kim yok..' demeden, ailelerin ve çocukların bulunduğu bir yerde olduklarını bile düşünmeden, en çirkin kelimelerle konuştuklarını ve bunu yaparken bazılarının da 'stress'lerini bu yolla attıkları mazeretine sığındıklarını Yûnus, görseydi, o meşhur, 'Şeriat âdâbından korkaram söylemeye; / Yoğise eydiyüdüm, (söylerdim) nice ayruksu haber..' beytini tekrar ederdi, herhalde..
Hele de, 'dünyanın en büyük âfetlerinden birisini' yaşadığımız bugünlerde..
Böyle zamanlarda sert, hışımlı ve hattâ hakaret ifadelerine yer vererek konuşmayı yapanların, bazan bilmedikleri konularda bile ahkâm kestikleri bir zaman dilimindeyiz. Bu, bize gelen okuyucu mesajlarından da anlaşılıyor.. Hattâ, Adıyaman'daki yıkımlarda, suçu 'deniz kumu'ndan yapılmış inşaatlara bağlayanlar bile görüldü; Adıyaman'da 'deniz kumu'nun nereden bulunacağını düşünmeden.. Tamam, geçmişteki hatalardan ders çıkarılsın, ama, Japonya'da 17 Ocak 1995'deki 'Kobe Depremi'nin de, baştan başa 'sıfır hata' ile inşa yapıldığı iddia olunan o şehri hallaç pamuğu gibi darma-dağın ettiği görülmedi mi? Bu açıdan, bir de depreme karşı yüzde yüz etkili çözüm iddialarından da biraz geri durulması gerekmez mi? Tamam, insan aklının geliştirebilidiği her tedbire evet, ama, bu tedbirler alındıktan sonrası, yüzde yüz yıkılmazlığı , kim kesin garanti edebilir? Ünlü transatlantik 'Titanic' gemisi de, 1912'de, 2500 kadar yolcusuyla, ve 'asla batmaz..' iddialarıyla yola çıkıp da , bir buzdağına çarparak tuz-buz olmamış mıydı?
Şimdi, bizim de karşılaştığımız bu büyük felakete karşı nasıl daha derin bir metanetle karşı koyacacağımızın bütün sosyolojik-psikolojik tedbirlerini düşünmek yerine, ekranlarda yapılan yorumlar, sadece suçlu aramaya yönelik bir eğilim göstermiyor mu? Evet, suçlu varsa onlar da görülsün de, bu yöntem, bizi herşeyden önce ruhî bir yıpranmaya seketmez mi?
*
Bu yüzden, bu 'Pazar Hasbihali'nde hakaretsiz olsa bile hışımlı ifadelerle eleştirilerini dile getiren pek çok okuyucuların isimlerini zikretmeden, değindikleri konuları paylaşmaya çalışalım.
Bu konuda en dertli olanlardan birisinin bizzat İçişleri Bakanı Süleyman Bey'in olduğunu belirtelim. Nitekim, dün Maraş'ta yaptığı açıklamalarda, karşılaşılan büyük felâketi, bazı çevrelerin, iktidarı yıpratmak için bir fırsata dönüştürmek heyecanına kapıldıklarını ifade ederken, özetle şöyle diyordu:
'24 saat insanların gözüne uyku girmiyor. Kimisi enkaz başında, kimisi kimin derdine derman olabilirim çabası içinde, kimisi doktor, acaba kimin hastalığı varsa onunla ilgilenebilirim, gecenin bir yarısında gördüğümüz elektrikçiler bir taraftan bir tarafa koşturuyorlar, arama-kurtarmacıların gözleri kan çanağına dönmüş durumda ve kimle karşılaşırsak hangi yabancı buraya gelirse karşılaştıkları manzarayı anlatmakta bile zorluk çekiyorlar.
Buna rağmen, bazı çevreleri, yalan ve entrikalardan çare umanların bu ülke insanının birliğini beraberliğini engellemeye çalışan, bu ülke insanını kötülemeye çalışan ve sürekli, olmayanları olmuş ve varmış gibi gösteren bir hastalıkla, hem de bu en zor dönemimizde karşı karşıyayız.
Biraz önce bir video seyrettim, 'Bir Afganlı, çıkan cesedlerin elini kesti altınlarını almak için..' diyor. Bunu söyleyeni biraz önce Adıyaman'da gözaltına aldık. Veya 'Hatay'ın Samandağ ilçesine teröristler geldi ve orada eylem yapacak..' diye korku salmaya çalışanlar..
Yine bir çadır kamyonunun önünü kesen, 'şuraya getir..' diye söyleyen birileri.. Bütün bu konuşmalar ve görüntüler videoya çekilip, sosyal medyada yayınlanıyor. Hedef, Türkiye'de özellikle deprem bölgesinde hırsızlığın, yağmanın güvensizliğin olduğuna dair bir anlayışı yaygınlaştırmaya çalışan zehirli ve bu ülkenin insanına yakışmayan bir dil kullanan bir sosyal medyayla karşı karşıyayız.
Bu millete bu kadar iftira atılır mı? Ayıp değil mi? Ülkemizin en zor zamanında, bütün dünyanın en büyük depremi olarak adlandırdığı bir zaman içinde, 'elime bir fırsat geçirdim, acaba siyaseten bir şey çıkarabilir miyim..' diye davrananlar.. Canı çıksın siyasetinizin.
Toplam 10 vilayette 70 bini aşkın polis memurumuz var, 60 bini aşkın jandarma görevlimiz var. Bin de sahil güvenlik ekibimiz var.
Ve.. Bir ayakkabı mağazası 5 gün camı kırık durdu, kimse ayakkabı almadı oradan. Elbette ki birtakım insanlar dezenformasyon yapmış olabilir, bunlara karşı hep birlikte karşı çıkmamız lâzım.
Hâlâ Suriyelilerden, Afganlardan nasıl yalan yanlış çıkarabilirim gibi bir anlayış söz konusu. Bu tahammül edilebilir bir şey değil.. Büyük bir sınavdayız, bunun da farkındayız. Bu sınavı ancak insanlığa teslim olanlar kazanacaktır, ruhlarında kötülük olanlar değil!.'
Evet, Bakan Soylu'nun bir feryad mahiyetindeki bu sözleri üzerinde durulmaya değer..
*
Aslında, İçişleri Bakanı'nın dile getirdiği konunun baş aktörlerinden birisinin kim olduğunu tahmin etmişsinizdir.
Kafa yapısı itibariyle müstekreh bir zorbalığın sembolü olmaya azmetmiş, ve de milletimizin ruhunu besleyen ortak değerlerden habersiz -nasibsiz ırkçı bir siyasetçi kişi var.. Yalanla, entrika ile, 'zafer' kazanacağını sanıyor. Kendi ırk ve kan soyundan olmayanları insan yerine koymayan bir kişi..
Bu kişinin, deprem bölgelerinde cansiperâne çalışanları da karalamaya çalışan zehirli bir dili var. Bu sefil kişi, deprem bölgesinde saat hırsızlığı yaparken yakalandığı ileri sürülen bir gencin, Suriyeli olduğunu keşfetmiş, güya..
Ama, o gencin Suriyeli olmadığı, yardım kampanyalarına katılan birisi olduğu anlaşılmış.. O suçlanan genç, hırsız da, Suriyeli de olmadığını söylüyor, -olsaydı n'olurdu ki, hem..- Bu durum, o basit kişiye hatırlatılıp, 'Özür dileyecek misin?' diye soruluyor.
Bu kişi ise, pişkinliğin en seviyesiz tarzına bürünüp, 'Niye özür dileyecekmişim ki.. Ben gazeteden okudum..' diyecek kadar, insan haysiyeti konusunda umarsız.. 'Haydi, gerisini siz söyleyin..' desek, Derviş Yûnus bizi kendi uslûbuyla ikaz edecektir: 'Şeriat edebinden korkaram söylemeye..'
Kimbilir, belki de, kendileri olsa nasıl davranacaklarının ipuçlarını da veren bir sefil mantık sahibi.. 'Burada yapılabilecek tek şey, yetkiyi, askere devretmek..' diyor.. Anlıyorsunuz değil mi? 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi'nin ünlü isimlerinden birinin oğlu olan bu kişi, anlaşılıyor ki, babasından tevârüs etmiş, bu askerî yönetim aşkını..
Bu konuda pek yalnız da sayılmaz.. Son günlerde ekranlarda, bazıları da ortaya depremle ilgili önce bir takım olumsuzluk iddialarını dillendiriyorlar, sonra da, 'yetkinin askere bırakılmasını' istiyorlar.
Bu konuya dikkat..
Bir gazete yazarı da, geçen akşam, bir tv. kanalındaki programda, 'bugünkü Kızılay Yönetimi' diye bilhassa belirterek, 'bu Kızılay'a maddî yardım ve kan bağışımda da bulunmayacağını' ifade ediyordu; hem de bu felâket günlerindeki önemli bir yardım kuruluşunu hedef seçerek.. Ve o arada, o yardım organizasyonlarının düzenlenmesi yetkilerinin askere devredilmesi gerektiği lafları dahi edildi..
Evet, mantıkları askerî komut almaya ayarlanmış kişilere, söylenecek çok söz olsa da, Derviş Yûnus'un diliyle, 'Şeriat âdâbından korkaram söylemeye.. Yoğise söyler idim nice ayruksu haber?' deyip geçelim.
Kazâ ve kader..
Bartın- Amasra'da, yerin 300-350 metre altındaki bir taşkömürü ocağında Cuma akşamı meydana gelen 'Gruzi gazı' patlamasında, o anda orada çalışmakta olan 110 işçiden 41-42'i hayatını kaybetmiş bulunuyor.
Her ölüm acıdır, ama, bazı ölümler daha bir acıdır.. Maden ocaklarındaki ağır şartlarda çalışarak hayatlarını kazanmak çabasındayken karşılaştıkları kazâlarla gelen ölümler de daha bir acı olan ölümlerdendir. Bu faciadan dolayı, sadece sevdiklerini kaybeden yüzlerce insanın değil, bundan dolayı yüreği yanan herkesin acılarını paylaşıp sabırlar dilemek, kalb hassasiyeti taşıyan her insanın tabiî davranışı olsa gerekir. Müslümanlar bu gibi durumlarda, fânî hayattan gidenlerin ebedî âleme yolculukları için hayır-dua ederler.
Bu faciayı, bir saldırı fırsatına dönüştürmek isteyen bir takım muhalif siyasîlerin hemen iktidar'ı suçlayarak, 'kendileri olsa böyle şeyler olmaz'mış gibi değerlendirmeler yapmalarına -üzerinde söylenecek çok söz olduğu için sadece- 'ilginç' deyip geçelim.
Elbette, Afrika'da, Asya'da madenlerde meydana gelen kazalarda meydana gelen can kayıpları ya, siyasî iktidarlarca duyurulmadığından, ya da vak'a-y'ı âdiyyeden sayıldığından önemsenmeyip dünyaya yansıtılmadığından, ya da, dünyanın başka yerleri için ilginç bulunmadığından pek gündeme gelmez. Teknolojik bakımdan gelişmiş ülkelerde birkaç kişi hayatını kaybetse, medya imparatorluğu eliyle bütün dünyaya yansıtılır ve bütün dünyanın o kayıplara ağlatılması istenir. Ama, maddî açıdan güçlü olduklarına inananların dünyanın diğer yerlerindeki acılara değil, hatt3a100 binlerce insanın ölümüyle sonuçlanan kendi dıkları için,
Dün Amasra'daki kazâ mahalline giden Tayyib Bey'in ifade ettiğine göre, Amasra'daki maden ocaklarında en ileri teknolojik imkânlarla donatılmış idi. Bu duruma göre, ocaklardaki gaz birikimleri, havalandırma durumu ve diğer hayatî konular otomatik olarak devamlı kontrol ediliyor ve bir terslik hissedildiği zaman o sistemler alârm veriyor. Gaz patlaması, havadaki metan gazının mikdarı yüzde 5'i geçtiğinde patlama olduğundan, yüzde 1'i geçer-geçmez otomatik kontrol sistemleri hemen devreye giriyor. Yüzde 2'yi geçtiğinde ocaklar boşaltılıyor. Böyleyken bu nasıl olmuştur? Bir anda beklenmiyen bir mikdarda metan gazı mı çıkmıştır da patlama meydana gelmiştir; yoksa, o elektronik kontrol sisteminde bir anlık bir aksaklık mı meydana gelmiştir, ya da, bir ihmal veya başka türlü bir insanî hata mı etkili olmuştur? Bu gibi konular, önümüzdeki günlerin tahkikatı sonunda aydınlanacaktır. Ama, dün bir program için Diyarbekir'e gitmesi açıklanmış olan Tayyib Bey'in, o programı ibtal edip, kazâzedelerin ailelerine, geride bıraktıklarına devlet olarak sahib çıkacaklarına dair net beyanları ve açıkladığı rakamlar , o ailelerin en azından yarınlarda yapayalnız kalmıyacakları ve devletin onlara sahib çıkacakları açısından önemlidir.
Bu otomatik cihazlar ne kadar hassas olursa olsun, konu, sonunda insan'da, insanî kontrolde düğümleniyor. Yani, bir anlık dikkatsizlik bütün o sistemleri atlatabiliyor ve düşen bir kaya parçasının çarpmasıyla meydana gelen bir kıvılcım ve kıvılcıma dönüşmeyen bir yüksek sıcaklık bile patlamaya vesile olabiliyormuş.. O patlama, hele de havadaki 'carbon' zerreciklerinin yoğun olduğu kömür madenlerinde bütün havayı bir anda alev topuna döndüren bir yangına dönüştürüyormuş ki, o patlamadan ziyade bu zehirli havadır, asıl öldüren.. Nitekim, aradan 15-20 saat geçtikten sonra bile, o maden ocaklarından çıkan ve bütün vadilere bir sis tabakası şeklinde çöken bu zehirli hava bile nefes almayı zorlaştırıyormuş..
Elbette 'tevekkül ve kader' anlayışına teslimiyet bir mümin için güzel bir sığınaktır. Ama, önce şer'an ve aklen alınması gereken tedbirleri aldıktan sonra.. Eğer bu tedbirlere başvurmadan doğrudan kader ve tevekkül'e sığınılırsa, bu 'takdir-i ilâhî'ye de bühtan olur.
*
Meşhur rivayettir, Hz. Ömer, bir ordusuyla bir seferdeyken, yolu üzerindeki bir bölgede taun / veba/ kolera olduğu haberi kendisine ulaşınca, hemen yolunu değiştirir ve gideceği hedefe başka yön ve yollardan gitmek kararını verir. Bu durum karşısında, birisi, Hz.Ömer'e, 'Ölüm takdir-i ilâhî olduğuna göre, biz yolumuzu değiştirsek de değiştirmesek de olacağı kaderde var olan, takdir edilen gerçekleşecektir. O halde niçin değiştiriyoruz yolumuzu?'
Hz. Ömer'in bu ilginç izaha verdiği karşılık daha bir ilginçtir: 'Allah'ın bir kaderinde bir diğer kaderine sığınmak için..'
Evet, olacak olan olur, o bizim irade ve tasarrufumuz dışındadır.
Hani meşhur 'qıssa'dır. Hz. Süleyman Peygamber'in vezirlerinden birisi , bir gün Hz. Süleyman2nın huzurune gelir, ve Ya Resulullah, rüzgâra emret beni hemen hind diyarına ulaştırsın.. Çünkü, Azrail bana gözüktü ve birkaç dakika sonra canımı alacağını bildirdidiçç'der. Kendisine, 'ateşe ve rüzgâra hükmetmek gücünün ...