33. İstanbul Film Festivali’nin programındaki en iyi filmlerden, Polonya yapımı “İda”nın yönetmeni Pawel Pawlikowski, İngiltere ve Fransa’da çektiği filmlerin ardından kendi deyişiyle “eve döndü.” “İda”, 2. Dünya Savaşı sonrası yeniden yapılanan, savaşın yaralarını sarmaya çalışan Polonya’da, son yeminini etmeye hazırlanan bir rahibe adayının Yahudi olduğunu öğrenmesini ve hayatına nasıl yön vereceğine karar vermesini konu alan şiirsel bir film. Pawlikowski’ye dünya çapında büyük başarı ve ödüller kazandırdı.
İstanbul’da buluştuğumuz Pawlikowski Lehçe, siyah beyaz bir film yapmanın ticari intihar olabileceği uyarılarına rağmen filmin performansından memnun: “Başarılı olması muhteşem bir paradoks, çok mutluyum, paradoksları da severim” diyor.
Dönemin ruhunu yansıtmanın ötesinde izleyiciye sanki o dönemde çekilmiş izlenimi veren “İda” için entelektüel bir tasarımı olmadığını söylüyor Pawlikowski: “Film ve karakterler canlıydı. Bir şeyleri renklendirmek için orada değiller. Dekorlarla, giysilerle dönemi tamamen yansıtıp yansıtmadığıyla hiç ilgilenmedim, hiç umurumda değildi. Benim için önemli olan, bu karakterler, bu görseller, bu anlar ve bu sözlerdi.”
***
Filmde kimliğini bulmaya çalışan İda’dan bile daha baskın olan karakter
Kızıl Wanda lakaplı yargıç teyzesi...
Savaş sırasında Nazilerle işbirliği yapan, Yahudi soykırmınına alet olan Polonyalıları adalet önüne çıkaran Wanda’nın gücü ve azmi kadar yalnızlığı, mutsuzluğu, kırgınlığı da izleyiciye sirayet ediyor. Film savaş ertesi Polonya’yı pek çok boyutuyla gösterebiliyor.
Pawlikowski böyle dört başı mamur bir filmi üç aşamada geliştirdiğini anlatıyor: “Önce bir rahibe adayının Musevi olduğunu keşfetmesini ele aldım. Polonya Katolikliğini tepetaklak etmeye çalıştım. Dinin Polonya’daki algısı, Polonya Kilisesi’nin yaklaşımı gerçekten çok farklı. Ama bu dramatik açıdan yeterli değildi. Farklı bir öykü için geliştirdiğim bir karakter vardı... Böylece Wanda ve İda’yı bir araya getirdim. Bir rahibe ile bir komünistin yollarını kesiştirdim. İkisini aynı ailenin bireyleri haline getirdiğimde çok canlı bir ilişki dinamiği ortaya çıktı. Filmin kalbi, dinamosu Wanda. Hem psikolojik hem sosyolojik açıdan sıra dışı, alışılmadık bir karakter. İnsanları korkutmaktan da etkilemekten de hoşlanan, aynı zamanda onlara aşık olmayı, dans etmeyi seviyor... Üçüncü olarak da 1962 yılında Polonya’nın durumu geldi. Melankolik ve savaşın etkisinde kalmış bir ülkeydi, bir yandan da caz müziğiyle, eğlenceyle yeni bir hayat arayışı vardı. O dönemini çok seviyorum. Bu filmi çekmeyi istememin asıl nedeni de buydu sanırım.”
Daha önce de İstanbul’a gelen Pawlikowski kentimizi “Akıl almaz bir yer. İnsan sürekli sürprizlerle karşılaşıyor. Sürekli perspektifiniz değişiyor, inanılmaz bir enerjisi var. Burada zeki ve güzel insanların arasında olmak harika bir şey” diye tanımlıyor.
Türkiye - Polonya ilişkilerinin 600. yılını kutluyor olmamız da olağanüstü bir durum. Birbirine bu kadar uzak iki ülkenin böyle bir bağ kurup onu korumuş olmasını Pawlikowski de yorumladı:
“Bir dönem savaştı Osmanlı ile Lehistan ama bence çok epik ve şairane bir durumdu. Sonrasında ortak düşmanlar karşısında birleştiler sanırım. Uzak olmakla birlikte aynı ülkelerle ortak sınırlara sahip olmanın etkisi var. Polonyalıların her zaman sevdiği bazı halklar vardır: Macarlar ve Türkler. Polonya 150 yıl boyunca bölünmüştü ve bir devleti yoktu. Ama Osmanlı İmparatorluğu protokole her zaman Lehistan elçilerini çağırdı ve varlığını onayladı. Polonya’ya gösterilen saygı bizim içimize işlemiş, bir sevgi olarak da Türklere geri dönüyor”.