Soma’da muazzam bir facia yaşanıyor, içimden de öfke dalgaları kabarıyor çünkü biliyoruz, önlenemez maden kazası artık dünyada pek kalmıyor.
Bu çok acı olay karşısında “bu kazalar (!) bu sektörün tabiatında var” demek mümkün.
“Katil iktidar (lar)” (1992 Kozlu ve diğerleri), “katil özel sektör” demek de.
Her iki değerlendirmede de doğru payları yok değil ama bu meseleye ve benzer meselelere, mesela deprem-inşaat ilişkisine daha başka bir açıdan da, biraz daha serinkanlı ama daha acımasız bir biçimde de yaklaşmak mümkün.
Türkiye’de siyasal iktidarlar, her zaman, 1950 öncesinde de, sonrasında da, özel sektöre, girişimciliğe, hiç de soğuk bakmadılar, hatta çok sıcak baktılar.
Ancak, özel sektöre, özel sektör patronlarına, girişimcilik kavramına çok sıcak bakan tüm siyasi iktidarlar, 1923’den 2014’e bir ayırım yapmıyorum çünkü ortak paydalar dönemsel olarak ortaya çıkan küçük farklılıkların çok üzerinde, aynı sıcak ilgiyi, aynı özeni, aynı sıcak bakışı piyasa kavramından, bu kavramın kaçınılmaz gereklerinden esirgediler.
Sayın Ali Babacan’ın “hukukta (küresel standartlar) ilerleme olmaksızın 2023 hedefleri zora girmektedir” ifadesi son ayların en önemli resmi açıklamasıdır.
Ve ortaya özel sektör çekişli, girişimciliğe dayalı olduğu söylenen ve iftiharla söylenen ama piyasa kavramına çok mesafeli bir kalkınma, bir büyüme modeli çıktı.
Bu model en genel hatlarıyla tek parti döneminde de, Menderes döneminde de, Demirel ve Özal dönemlerinde de ve bir ölçüde AK Parti döneminde de bizim büyüme süreçlerimizi belirledi.
Piyasa kavramı, kız kötü yola düşerse “piyasaya düştü” bile diyebiliyoruz, bizim kolektif bilincimizde öyle çok makbul, muteber bir şey pek değil.
Oysa, özel sektör girişimciliğine dayalı bir siyasi/ekonomik modelde piyasa hem en etkin kaynak dağılım mekanizması (zenginlik üretme) hem de sisteme kural getirici, disiplin getirici, rekabet getirici bir unsur.
Özel sektörü çok sevmemiz ama piyasaya da aynı ölçüde mesafeli duruşumuz muhtemelen üretim süreçlerinde disiplini, rekabeti pek sevmiyor oluşumuzdan kaynaklanıyor.
Özel sektör girişimciliğine dayalı ama piyasaya mesafeli bir modelde, şekilde de görüldüğü gibi, etkinlik sorunları nedeniyle öncelikle uzun vadede büyüme oranları güdük kalıyor ve 2014 senesinde hala orta gelir tuzağından bahsediyoruz.
Belki daha da önemlisi, güdük büyüme oranlarına ilaveten, piyasaya, yani üretimde standartlara, disipline mesafeli oluşumuz, yine şekilde görüldüğü gibi, maden kazalarında yüzlerce ölüme, orta şiddette bir depremde kamu yatırımlarından başlamak üzere sapır sapır dökülmeye bizi alıştırdı (!).
Özel sektöre dayalı ama piyasa kavramına yani rekabete, standartlara, katı kurallara mesafeli bir sistemde gelinen nokta bu olacaktır, bu sonuç büyük ölçüde kaçınılmazdır.
AB meselesinin de en özü budur.
Türkiye’de AB yanlıları da, karşıtları da özel sektöre büyük ölçüde sıcak bakmaktadırlar ama aradaki temel fark piyasanın bağlayıcı, disipline edici kurallarına yaklaşımdır, AB muhalifleri de özünde bu katı kurallara karşıdırlar.
Örnek isterseniz, detaylarına girmeyeceğim, ihale kanunlarıdır, madencilik alanında kabul edilmeyen uluslararası bağlayıcı standartlardır, vs., unutmayalım piyasa kavramı artık milli coğrafya ile sınırlı bir kavram hiç değildir.
Patron tipimiz de, haksızlık etmeyelim, girişimcidir, bu boyutuyla önemli başarılara da imza atmaktadır ama, büyük çoğunluğu için söylüyorum, piyasa kurallarına mesafeli durma inadı hem bu başarıyı sınırlı kılmaktadır hem de, Soma’lar, çöken yatılı bölge okulları (okulun adı bile Çeltiksuyu idi, bu isimli bir yere okul yapmak, 1999 senesinde hizmete açıldı, 2003’te 6 şiddetinde bir depremde yıkıldı, çocuklarımız öldü, cinayet değil de nedir?) kadere dönüşmektedir.
Siyasal iktidarlar da, muhtemelen siyasetin finansmanı kaygısı rol oynamaktadır, piyasaya mesafeli, miyop girişimci işadamı tipi ile iş tutmayı tercih etmektedirler.
Piyasaya, küresel rekabete ve gereklerine mesafeli ama yerelde başarılı bir girişimci tipi ile gelinen noktanın 13 Mayıs 2014 olması kaçınılmaz gibidir.