Şöyle bir soru ile girelim yazıya: - Neden Cumhurbaşkanlığı “saygınlığı korunan” bir kurum olagelmiştir? Neden o sadece “vatana ihanet” durumunda yargılanmaktadır?
Bunun cevabı sanırım, Cumhurbaşkanlığının devletin manevi şahsiyetini temsil ediyor olması, en azından tartışma dışı tutulması gereken bazı konularda iktidar ve muhalefet arasında hakem rolünü üstlenmesi vs’dir.
Muhtemelen bu yaklaşım, Osmanlı’daki ve İslam mirası ile beslenen Türk geleneğindeki Hakan’ın, Padişah’ın, Hükümdar’ın, Halife’nin saygınlığı ile bağlantılıdır.
Ancak acaba Cumhuriyet tarihinde Cumhurbaşkanları hakikaten toplumun tümünü kavrayan bir moral statü elde etmişler midir?
Ben bunun cevabının “Evet, kesinlikle” gibi olmadığını düşünüyorum. Mustafa Kemal de, İnönü de, Bayar da ve sonra darbe ile veya sivil mecra içinde gelenler de toplumun bir kesimi tarafından açık veya örtülü bir tepkiye muhatap olmuşlardır.
Liderlikleri hiç tartışılmamış gibi görülen, “Tek Adam” ve “Milli Şef” unvanları devlet kayıtlarına kazınan simalar bile muhalefet yapılabildiği oranda tepki görmüşlerdir. Demirel, 12 Eylül’den sonra sistem eleştirileri yaptığı dönemde verdiği mülakatlarda, Tek Parti dönemine yönelik millet tavrını “O dönemde millet devlete küsmüştür” diye ifade eder. Küsmüştür, çünkü başka türlü bir demokratik tepki verme imkanlarından yoksun kalmıştır.
Çok partili hayata geçildikten sonra Cumhurbaşkanlığı adeta damarlarında “Tek Parti ideolojisi akan” devlet iradesi ile millet iradesinin birbiriniden gelediği bir statü niteliğine bürünmüştür. Bayar bu formata uymadığı için devrilmiş, Özal’a “Alışamadık” denmiş, Demirel, örtülü bir darbeye meşruiyet kazandırma rolünde gömlek değiştirmiş vs... Ahmet Necdet Sezer ise Cumhurbaşkanlığını yeniden “millet iradesine karşı supab” hüviyetine büründürmüş, dolayısıyla büyük bir halk çoğunluğunun tepkisini çekmiştir.
Bugün yeniden Cumhurbaşkanının statüsünü tartışıyoruz.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Cumhurbaşkanı partili olsun. Böyle güçlü olur. Değilse patinaj yapılır” mealindeki sözlerinin, yaşanan süreçte enkritik tercihlerden biri olduğunda kuşku yok.
Bu yaklaşımın Cumhurbaşkanlığının o sakınılan konumundan farklı bir konum getireceği açık.
Ama icrada etkinlikle donatılan bir Cumhur-Başkanlığı söz konusu olduğunda sanki başka bir ihtimal de söz konusu değil.
Aslında mevcut anayasada sınırlı sorumlu konumda olduğu halde “halk oyu” ile seçilen Cumhurbaşkanı da seçim meydanlarında halka bir şey söyleyecek, o söyledikleri kabul veya reddedilecekti. Şimdi hem başbakanlığı hem cumhurbaşkanlığını şahsında bütünleştirip, icraatın içine boylu boyunca girdiğinde hem halka bir şeyler vadetmesi hem de onun hesabını vermesi kaçınılmazdır.
Bu çerçevede tartışılması da kaçınılmazdır.
Diyelim Ak Parti’den ya da başka partiden seçildiğinizde, halkın yüzde şu kadarı size güven bildirecek; şu kadarı karşınızda yer alacaktır. “Âsûde olam dersen eğer gelme cihâne. Meydâne gelen kurtulamaz seng-i kazâdan” demiş ya Ziya Paşa. Cumhurbaşkanlığına soyunan terleyecek, alkışlanacak ya da taşlanacak... Siyaset meydanının raconu bu.
Peki o şimdilerde “uydunuz - uymadınız” diye birbirimizi muaheze ettiğimiz “Yenikapı ruhu” nereye gidecek?
Aslında bu da, tıpkı Cumhurbaşkanlığı konusunda gösterdiğimiz “Sakınma hassasiyeti” ile ilgili bir durum. Yani sanki, millet olarak bazı alanları yıpranmaktan korumak istiyoruz. Sanki “devlet” de, “devletin başı” da bu alanlardan gibi. “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” demişiz.
Şöyle AK Parti’nin etkin olduğu toplum alanları ve bizzat yönetici kadro, yarın statüsü etkinleştirilerek seçilecek olan Cumhurbaşkanının mesela Başbakan’dan, ne bileyim ben, ana muhalefet liderinden daha öte bir saygınlığa sahip olmasını istemiyor mu?
Peki “partili cumhurbaşkanı” statüsü ile nasıl olacak bu?
Şundan eminim, Tek Parti yönetimi ve onun ihtilal hukuku olmasaydı, Mustafa Kemal de İnönü de, bütün idealizasyona rağmen Cumhuriyet Halk Fırkasının başkanları olarak çok daha sert eleştirilere maruz kalırlardı. Bu zamanda nasıl olur acaba?