Elbette 12 Mart 1971 muhtırası ile başlayan askerî darbe dönemi, koalisyon hükûmetlerinin yapısını da değiştirdi. Bir anlamda 27 Mayıs sonrasının ‘zoraki’ koalisyonları yeniden gündeme geldi. Partiler, süngü tehdidiyle hükûmetlere katılmaya zorlandı.
12 Mart 1971 muhtırasının hemen öncesinde AP, Meclis’teki çoğunluğunu yitirmişti; bu istikrarsızlık, bir anlamda 12 Mart’ı kolaylaştırdı; diğer yandan, 12 Mart döneminin koalisyon hükûmetlerine de geçit verdi. Eğer 12 Mart muhtırası olmasaydı da; Meclis içinden bir çoğunluk hükûmeti çıkarmak çok güçtü zaten… 12 Mart mıhtırası üzerine Demirel hükûmeti istifa etti. Fakat 27 Mayıs’ın aksine; parlamento ve siyasal partiler ayakta kalmıştı.
‘Teknokratlar hükûmeti’
Gel de; bunu şimdi yeni kuşağa anlat bakalım! ‘Teknokratlar hükûmeti’ deyimi, Türkiye’nin (kibarca) ‘ara rejim’ olarak anılan askerî darbe dönemlerinde kurulan bir çeşit hükûmet formülü idi. Partilerin süngü gücüyle desteklemek zorunda kaldığı; çoğu parlamento dışından seçilmiş uzmanların bakan olarak yer aldığı bir hükûmet modeli idi. Siyasîler, genellikle bu tür kabinelerden uzak kalırdı.
‘Tarafsız’ bir başbakanın yönetiminde aralarında uzman olduğuna dair kuvvetli emareler olan yine ‘tarafsız’ isimlerden kurulan bu kabineler, aslında çok kez CHP’nin siyasî görüşlerini benimsemiş kişilerden oluşurdu; ama bu pek de açık edilmek istenmezdi! Bu ‘uzman ve tarafsız’ bakanlar, genellikle partisiz olarak tanımlanırdı. Eskiden bir parti üyesi olmaları, pek de kaale alınmazdı.
Parlamentoda buluna partiler de, ordunun baskısı ve tehdidiyle bu hükûmeti desteklemek zorunda kalırlardı. Aksi halde, ordunun bütünüyle yönetime el koymasından çekinilirdi. Kendilerini ordunun baskısı altında hisseden partiler üzerindeki söz konusu tehdit biraz olsun hafiflediğinde de, bu partiler, ordu karşısında adeta top dolaştırmaya çalışırlardı! Bu hâlde genellikle de topu taca atmak alışılmış bir durumdu!
“Partiler üstü” hükûmetler
12 Mart döneminin önde gelen temel özelliği; ‘teknokratlar’ ya da bir başka ifadeyle ‘partiler üstü hükûmetler’in kurulması ve uzun zamandan beri toplumun gündeminde olan, ama bir türlü gerçekleştirilemeyen temel önemdeki reformların yapılması amacının sık sık vurgulanmasıdır. Bu çerçevede; ‘tarafsız’, yani ‘partisiz’ bir kişinin başkanlığında, parlamentodaki tüm siyasal partilerin desteğine sahip bir ‘partiler üstü’ hükûmetin, ordunun talebi olan reformları yapmak üzere, muhtıranın üzerinden bir hafta geçtikten sonra kurulması mümkün olabildi. Başbakan olarak ordunun desteğine sahip olan Nihat Erim seçilmişti.
Erim, aslında yirmi beş yıldan buna CHP üyesiydi ve bu partinin önde gelen isimlerinden sayılabilirdi. Yeni başbakan olarak Erim, ‘tarafsız’ olduğunu kanıtlamak ve en azından kâğıt üzerinde bunu göstermek üzere, CHP’den istifa etti! Her şey ‘kurallar’a uygun gibi görünüyordu!
Yeni hükûmet, “beyin kabinesi” olarak da adlandırıldı. O sırada Türkiye’nin önemli fikir adamları, bu kabinede görev almışlardı ve ülkenin geleceği bir anlamda onların bu konudaki çalışmalarına bırakılmıştı. Meselâ, benim bugün hâlâ çok iyi hatırladığım şekilde, Atilla Karaosmanoğlu, ülkenin kalkınmasından sorumlu kişi olarak ortaya çıkmıştı. Çok gençti ve ümit vaat ediyordu. Türkiye’nin ilk kadın bakanı olan Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı Dr. Türkân Akyol da öyle…
‘Devrim dönemi’ başlıyor
Hükûmet, aslında partilerin üye vererek katıldıkları; daha doğrusu katılmak zorunda kaldıkları bir birleşimdi. ‘Bağımsız ve tarafsız’ olup da, parlamento dışından hükûmete katılan üyelerin yanında; AP’den beş ve CHP’den de üç bakan vardı. Daha küçük bir parti olan Millî Güven Partisi bile koalisyonda yer almıştı. Parlamento dışından on dört üye, bakan olarak görevliydi. Şimdi herkes nefesini tutmuş; bu yeni hükûmetin yapacaklarına dikkat kesilmişti.
Hükûmet güven oyu aldı; bir ay kadar sonra da sıkıyönetim ilân edildi. Anarşinin önlenmesinde bu gerekliydi. Hemen ardından da sola karşı girişilen tutuklama kampanyası döneme damgasını vurdu. Ardından Necmettin Erbakan’ın ‘İslâmcı görüşleri’yle bilinen Millî Nizam Partisi (MNP) kapatıldı. Anayasa Mahkemesi, laikliğe aykırı bularak bu partiyi kapatmakla kalmadı; hemen bunun yanında ‘bölücü’ olduğu gerekçesiyle Türkiye İşçi Parti (TİP)’i de kapattı.
Anayasanın öngördüğü reformları yapma sözü ile işbaşına gelen hükûmetin başkanı Erim, 1961 anayasasının, toplumun gelişme ölçüsüne göre, “lüks” olduğunu söylediğinde, ‘devrim dönemi’nin başka bir aşamasına geçilmiş oldu. Anayasanın öngördüğü reformların yapılması bir yana bırakıldı ve anayasanın değiştirilmesi tercih edildi. ’61 anayasanın temel haklar ve özgürlükler bölümü, bol gelmişti ve bu nedenle bir miktar daraltılmasında sakınca yoktu!
‘Reformlar’ın sonu
Bu arada; reformların de Meclis’ten geçirilmesine imkân olmadığına karar verildi. Partilerin Meclis’teki üye sayılarına bakıldığında; Erim hükûmetinin desteği, sınırlıydı. AP’nin bakanlarını daha hükûmetin kurulmasının üzerinden yedi ay geçtikten sonra çekmeye kalkması, zaten ciddî bir krizdi. Bu kriz, bir süre için ordunun baskısıyla donduruldu; AP, kararından vazgeçti. Fakat zamanın su gibi akıp geçmesine karşın; ‘beyin kabinesi’ni oluşturan üyelerin bir türlü reformlara sıra gelmemesi karşısındaki tavrı, yeni bir kriz doğurdu. On bir bakan kabineden ayrıldı. Daha yılın sonuna bile gelinmemişti.
Erim, yeni bir hükûmet kurdu; bu kez CHP’den dört, AP’den de yedi üye alınmıştı koalisyona… ‘Teknokratlar hükûmeti’nin on iki de parlamento dışından gelen bakanı vardı. Ancak yeni hükumetin icraatında da hiçbir farklılık görülmedi. Erim de, bunun üzerine 1972 yılının Nisan ayında; yani başbakanlıkta geçirdiği neredeye bir yıl sonra, görevinden istifa etti. Ardından da Suat Hayri Ürgüplü hükûmeti kuruldu. Ürgüplü, daha önce de, 27 Mayıs sonrasında kurulan koalisyonlarda görev almıştı. Bu hükûmet, bir anlamda AP-CHP koalisyonu idi. Fakat ülke tarihinde ilk kez şaşırtıcı bir gelişme oldu ve Ürgüplü kabinesi, Cumhurbaşkanı Cevret Sunay tarafından kabul edilmedi!
Aradan geçen yaklaşık bir aydan sonra bu kez de Ferit Melen hükûmeti kurmakla görevlendirildi. Yine parlamento dışından üyelerin yanına CHP’den ve AP’den de bakanlar alınmıştı. Yeni hükûmet, neredeyse beş ay sonra ilk krizini yaşadı: CHP, bakanlarını kabineden çektiğini açıklamıştı! Ama hükûmet, buna rağmen ayakta kaldı.
Ve Cumhurbaşkanı seçimi
Sırada Cumhurbaşkanı seçimi vardı. Genelkurmay Başkanı Faruk Gürler görevinden ayrıldı ve aday oldu. 1973 yılında 12 Mart’ın yıldönümünün ertesinde başlayan seçim turları sırasında, Gürler, ne AP’den, ne de CHP’den destek alabildi. Ve adaylıktan çekilmek zorunda kaldı. Mevcut Cumhurbaşkanı Sunay’ın görev süresinin bir yıl için uzatılması formülü de Meclis’te reddedilince; AP ile CHP’nin uzlaşması sonucunda Fahri Korütürk, yeni Cumhurbaşkanı seçildi. Ardından da Başbakan Melen istifa etti.
Son hükûmet formülü
Bu kez de Naim Talû başbakanlığa getirildi. Talû hükûmetinde parlamento dışı bakanların yanında; çoğu AP’den, Cumhuriyetçi Güven Partisi (CGP)’nden de üyeler vardı. Bu, CHP’nin dışarıda kaldığı, AP-CGP koalisyonu idi. Hükûmet kendisini bir seçim hükûmeti olarak adlandırmıştı. Sandık ufukta görünmüştü!
12 MART 1971 MUHTIRASI
12 Mart 1971 günü, Türkiye’nin siyasal hayatında yeni bir askerî müdahaleye tanık olundu. Türk Silâhlı Kuvvetleri, 27 Mayıs’ın aksine, emir ve komuta zinciri içinde kalarak, AP hükûmetine bir mıhtıra verdi. Muhtırada; parlamentonun ve hükûmetin “süregelen görüş ve icraatıyla” ülkede anarşinin ve kardeş kavgasının nedeni olduğu belirtiliyordu. Ülke, bu nedenle sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içinde kalmıştı.
Anayasanın öngördüğü reformlar yapılamamış, bu arada “ülkenin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştü.” Ordu, bu nedenle çarenin “partiler üstü bir anlayışla” ele alınmasından yanaydı. Anarşinin önlenmesi, anayasanın öngördüğü reformların “Atatürkçü bir görüşle” ele alınması ve “inkılâp” yasalarını uygulayacak “kuvvetli ve inandırıcı” bir hükûmetin “demokratik kurallar içinde” oluşturulması lâzımdı.
Görüldüğü gibi; ordunun bakışında, bütün olumsuzlukların nedeni, sadece AP hükûmeti değildi; bizzat parlamento da aynı ölçüde suçlanıyordu. Yapılması gerekenler yapılmamıştı. Şimdi yapılması için de yeni bir hükûmete gerek vardı. Ama aynı parlamento yapısıyla bu işler nasıl olacaktı sorusuna yanıt vermek kolay değildi! Ordu, bu ültimatomu kabul edilmediği takdirde, “kanunların kendisine vermiş olduğu, Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek; idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlı” idi. Muhtıra, Genelkurmay Başkanı ile dört kuvvet komutanın imzasını taşıyordu.