Bizdeki bazı gazeteci ve yazarlar, kendilerini Londra, Paris, New York gibi şehirlerde çıkan gazetelerdeki, demokrasi kültürünü içselleştirmiş kalemlerden biri zannediyorlar. Hatta zaman zaman, buralardaki yazarlarla kendi adlarını yanyana yazarak hava atmayı bile deniyorlar.
Hoş, ‘vesayet beslemesi’ kalemler için bu bile bir şeydir.
Bu tür kalemlerin, demokratlık adına her vesileyle ballandıra ballandıra anlattıkları bir tek konu vardır; Türkiye’nin başarısızlığı. Hele ülke kendi ideolojik akrabalıkları dışında bir siyasi iktidar tarafından yönetiliyorsa, iktidarın gitmesi için ülkenin kaybetmesi üzerine en uçuk demokrasi tezleri bile geliştirebilirler.
Bu kalemlerin en sevmedikleri şey, eleştirilmektir. Bütün darbe dönemlerinde, darbecileri yalamaktan dilleri nasırlaşmıştır, ama bu durumu eleştirmeye kalkarsanız, “Linç ediliyoruz” diye kıyameti koparırlar.
28 Şubat döneminde, gazetelerinin manşetlerinde, köşelerinde yargısız infaz yaparak binlerce hayat söndürmüşlerdir. Karanlık geçmişleriyle yüzleşmeleri gerektiğini, bu millete bir özür borçları olduğunu söylemeye çalışsanız, hemen “Demokraside rövanş olmaz” diyerek neredeyse sizi suçlu ilan etmeye kalkarlar.
İşte bu kalemlerin bazıları, son günlerde çok garip ruh halleri yaşıyorlar. Mesela bunlardan birisi, yazısına başlarken bir taraftan kendisine yönelik eleştirileri, manevi bir iklimde olgunlukla karşıladığını belirten cümleler kurarak, “Allah bana duygu dağıtırken, tahammül ve tevekkül bakımından çok cömert davranmış” diyor.
Ama hemen arkasından, tahakkümcü bir eda ile kendisini eleştirenlere ‘beyaz adamın’ çirkin yüzünü göstermeyi de ihmal etmiyor: “Açık açık söylüyorum.
Yukarıdan bakıyorum, oradan bakınca pire, hadi bilemediniz bit kadar görünüyorlar.”
Pardon, insan olduğunuzu unutmuştuk. Cümlelerinizi okuyunca, yeniden kendimize geldik ve insana yaklaşımınızın hangi kriterlerden beslendiğini bir kez daha görmüş olduk. Aslında, bulunduğunuzu sandığınız yerden insanlara dün de, bugün de aynen böyle baktığınızı biliyorduk. Bu yüzden de hiç şaşırtıcı değil.
Çünkü, Ahmet Kaya için “Şerefsiz adam” manşetini atarken de, tıpkı bugün olduğu gibi insanları ‘bit’ ve ‘pire’ olarak görüyordunuz. Dolayısıyla, bilmediğimiz bir şey söylemediniz.
Eminim ki, 28 Şubat’ta “Ya uy ya çekil”, “Gerekirse silah bile kullanırız” şeklindeki millet iradesine silah doğrultan manşetleri atarken de milleti bugün olduğu gibi yine ezilmesi gereken “bit” olarak görüyordunuz. Yani, değişen bir şey yok. Çünkü, sizin içinde bulunduğunuz korunaklı plazaların medya ahlakına göre, bu millet gerekirse kırbaçla hizaya getirilmelidir.
Sizin, bugün içinde bulunduğunuz ruh halinizi anlıyoruz. Kolay değil, “ya bir gün yargı benim de kapımı çalarsa” korkusuyla yaşamak, doğrusu insanın bütün ruhsal dengesini bozuyor olmalı. Ancak hatırlatmakta yarar var, bu ‘depresyondan’ kurtulmanın bir tek yolu var, o da geçmişinizle yüzleşmek...
Mesela, bir gün çıkıp “Evet, geçmişte insanların hayatını karartan manşetler attım, yazılar yazdım ama şimdi pişmanım. Artık insan olmanın erdemini keşfettim, mağdur ettiklerimden özür diliyorum” diyebilseydiniz, “Evet insanlık için hala umut var” diyerek hep birlikte yeni bir şarkıya başlayabilirdik. Ama siz yüzleşmeyi değil, haşerelere sığınmayı seçtiniz.