Biraz eskiye gidelim;
AK Partili Milletvekili Burhan Kuzu’nun “ancak şimdi iktidar olduk” dediği 2010 referandumu ile HSYK’nın üye sayısı çoğaltıldı ve üye seçiminde birinci derece hakim ve savcılara oy kullanma hakkı tanındı.
AK Parti’nin “her hakim ve savcı bir kişi için oy kullanır” şeklindeki önerisi CHP’nin itirazı ile Anayasa Mahkemesi’nce iptal edildi.
İptal eden Anayasa Mahkemesi Referandum’dan önceki mahkemeydi. Yani CHP’nin su yolu yaptığı, hoşuna gitmeyen her Meclis tasarrufunu kapısına dayadığı ve istediği sonucu aldığı Anayasa Mahkemesi...
Niyet belliydi; o dönem için en örgütlü yapı olarak bilinen YARSAV adaylarını HSYK’ya sokmak. Zira eski HSYK’da beş üye vardı ve beşi de kurulu Kemalist rejimin bekçisi olarak görüyor ve kuruldaki ağırlıklarının azalmasını istemiyorlardı.
Üye sayısı artmış bir HSYK’da durum değişebilirdi. Bunun önüne geçebilmek için tek oy değil blok oy sistemi kabul edildi. Bu sayede seçim neticesinin YARSAV lehine olacağı düşünülmüştü. Fakat sonuç CHP’nin istediği gibi olmadı, ‘paralel yargı’ YARSAV’dan dişli çıktı!
Sabih Kanadoğlu’nun bile yeniden tedavüle girmesinin günahından elbette AK Parti’ye de bir hisse düşer, ama HSYK’nın bugün ‘Kemalist dikta’ yerine ‘paralel dikta’nın odağı haline gelmesinin asıl müsebbibi CHP’nin YARSAV üzerinden yaptığı plan ve Anayasa Mahkemesi hamlesidir.
Onun ceremesini şimdi Türkiye çekiyor.
Yargıda ifrat tefrit
O gün ‘paralel yargı’ değil de ‘Kemalist yargı’ kazansaydı ne olurdu?
HSYK eski ideolojik gömleğini çıkarmamış olurdu. Yani güç odağında bir değişiklik olmazdı.
Fakat askeri vesayeti gerileten Ergenekon ve Balyoz davalarında epey farklı neticeler alırdık.
Balyoz ve Ergenekon davaları bugün 28 Şubat davası nasıl görülüyorsa öyle görülür, izleyicisi bile olmayan bir orta oyunu sergilenir, CHP Silivri kapılarına dayanmazdı.
Nasıl bugün cezaya dönüşmüş tutukluluklardan, vicdanları rahatsız eden mahkumiyet kararlarından konuşuyoruz, YARSAV’ın güçlü olup hakim ve savcıları atadığı bir HSYK’nın sonucu da darbe seminerlerinin rulo yapılıp tehlike geçene kadar rafa kaldırıldığı bir yargılama olurdu.
Ergenekon’un savcıları ile avukatlarının yeri değişirdi hepsi bu...
Kuddusi Okkır cezaevinde ölümü beklemiş olmaz, Hanefi Avcı’nın adı belki hiçbir soruşturmada geçmez, İlker Başbuğ bugün içerde olmazdı. Ama Türkiye de darbelerle yüzleşme sürecini, darbeciler lehine ucuz atlatmış olurdu!
Bunlar hep ifrat tefrit işte!
Yargıya nasıl güvenelim?
Demem o ki ne dün ne de bugün yargıya güvenmek için geçerli bir sebebimiz var.
Savcı iddianamesini hazırlarken, hakim kalemini kırarken “yüce Türk milleti adına” mı hareket ediyor?
Yok böyle bir şey!
Ne zaman ki üst yargı kurumları milletin tek temsil edildiği yer olan Meclis’in de oy hakkıyla oluşur, o zaman Yargıtay, Danıştay, AYM ve HSYK kararlarının millet adına olduğundan bahsedebiliriz.
O zaman yargıya güvenmek için gerçek bir sebebimiz olur.
Anayasa’nın 159. maddesi HSYK ile ilgili olarak “Kurul üyelerinin seçimi, dairelerin oluşumu ve işbölümü, Kurulun ve dairelerin görevleri, toplantı ve karar yeter sayıları, çalışma usul ve esasları, dairelerin karar ve işlemlerine karşı yapılacak itirazlar ve bunların incelenmesi usulü ile Genel Sekreterliğin kuruluş ve görevleri kanunla düzenlenir” diyerek bu hususlarda Meclis’i yetkilendirirken hükümetin yasa değişikliği önerisine “yürütme kalkışması” diyenler, Başbakan’a Yüce Divan’ı müjdeleyenler...
Mehkemeyi Kübra’da paralel yargılama yok!