Ben takıntılı bir insanım. Ufak şeylere takarım, yüreğim o kadar geniş değildir!
Herkesler kadar affedici değilim, darbeci zalimleri affedemiyorum, misal.
Doğruysa, Çevik Bir’in “seccade isteyip namaz kılmasına” da sevinemiyorum. Gerçi Allah’ın huzuruna durmak isteyen birisine, bir kul olarak “niye duruyorsun huzura” deme hakkım yok. Tövbesinin sahih, namazının makbul olup olmadığını bilemeyiz.
Bize ne, size ne, değil mi?
Allah bütün kullarına karşı merhametlidir. Ama Allah adildir. Neyi bağışlayıp neyi bağışlamayacağını da bildirmiş kullarına... Kul hakkını bağışlamıyor mesela... Ben karışmam, diyor. Git helalleş, meseleni hallet, sonra karşıma gel diyor.
Ben, beni ilgilendiren kısmında merhamet mi edeceğim, gazabımla mı muamele edeceğim, ona karar veririm, diyor.
İşte kul hakkı öyle bir şey ki, sabahtan akşama namaz kılsa, her gün oruç tutsa bile Allah onun muhakemesini mazluma bırakıyor...
Türkiye, bir taraftan Ergenekon davasıyla halihazırdaki darbe heveslilerinin “darbe planlarını” ele geçirip “ yargılamaya devam ederken, diğer taraftan da gerçekleşmiş darbelerin hayatta olan aktörlerini adaletin önüne çıkarmaya ve darbeler geçmişiyle de hesaplaşmaya devam ediyor.
Askerin bu ülkenin başına tebelleş olmasına göz yumanların, bu süreçte gazetelerinde neler söylediklerini, nasıl göz göre göre hukuksuzluğa çanak tuttuklarını biliyorsunuz. Şimdi aynı sayfalardan 28 Şubat yargılamalarına ilişkin “ama intikam kötü duygudur çocuklar” demeye yöneldiler.
Mehmet Yakup Yılmazoğlu’nun “yüzleşme, pişmanlık ve özür ihtiyacı” yazısı, 28 Şubat’ın yargılanma sürecinde tartışmayı doğru zemine çekmesi açısından “ufak” da olsa bir katkı sağlayabilir. “İntikam duygularının soğuması” açısından, özür konusunda bana hak vermiş sağolsun. Fakat özrün de bir vakti var ki, korkarım o da zamanaşımına uğramak üzere...
***
Mehmet Yakup Yılmaz 28 Şubat sürecine ilişkin konuşması gereken isimlerden birisi. Anlatacağı önemli mevzular olduğunu düşünüyorum. Çok ya da az farketmez. Çünkü o sürece katkısı olanlar, boyun eğenler, korkanlar, gazete sayfalarını TSK’ya teslim edenler, her şeyin nasıl olduğunu söyleyecekler ki, intikam duygularımız soğusun ve affedebilelim.
Mesela Yılmaz, Ersin Kalkan’ın Şemdin Sakık yazı dizisinin başına gelenleri anlatmakla başlayabilir... Biliyorsunuz, 28 Şubat sürecinin en önemli tartışma konularından birisi de Şemdin Sakık’ın ifadeleriyle ilgiliydi.
Şemdin Sakık 1998 yılında Türkiye’ye teslim edildikten sonra, 17 Nisan’da Diyarbakır’da yapılan sorgu tutanaklarının bir kısmı medyaya servis edildi. Ancak değiştirilmiş olarak. O değiştirilmiş, “andıçlanmış” ifadeler sonrasında da M. Ali Birand işten çıkartıldı, Cengiz Çandar kızağa alındı, 12 Mayıs’ta Akın Birdal vuruldu.
Mehmet Yakup Yılmaz o dönem Radikal’in Genel Yayın Yönetmeniydi ve gazetesinde uzman muhabir olarak çalışan Ersin Kalkan “bir yığın badireyi” atlattıktan sonra Şemdin Sakık’ın 105 sayfadan ibaret olan gerçek ifadelerine ulaştı. Medyaya servis edilen ifadeler 138 sayfadan oluşuyordu.
Mehmet Yakup Yılmaz o günleri çok iyi hatırlayacaktır. Ersin Kalkan haberi kendisine getirdiği zaman nasıl heyecanlandığını, “bunu derhal yazı dizisi haline getir” dediğini, kendi grup kanalları olan Kanal D için nasıl anonslar hazırlattığını... Ersin Kalkan, TSK tarafından değiştirilmiş Şemdin Sakık ifadelerini üç günlük yazı dizisi olarak hazırladı. Ve aslında Türkiye ilk “andıçlama” olayını Kalkan’ın haberiyle öğrenir gibi oldu. Öğrenir gibi oldu diyorum çünkü “yazı dizisi” sadece bir gün yayınlandı. Sonrasında neler olduğunu Mehmet Yakup Yılmaz anlatmalı bizlere...
Çevik Bir’in, haberin yayınlandığı gün hemen öğleden sonra, Milliyet ve Radikal’in bulunduğu Milliyet Center’in cümle kapısından değil de patron kapısından girip nasıl binayı bastığını anlatsa mesela... O gün neler konuşuldu da ertesi gün haber yayınlanamadı?..
Ersin Kalkan’ın evinin adresine kadar bulunup, eşinin dahi tehdit edildiğini ben de biliyorum. Eminim Mehmet Yakup Yılmaz’ın hafızasında buna benzer çok sayıda örnek vardır... Bunları olduğu gibi anlatarak başlayabilir...