Kim ne derse desin, siyaset hangi mecralarda ve söylemlerle yoluna devam ederse etsin; Türkiye’nin en kritik, hassas ve geleceği belirleyecek başlığı çözüm süreci.
Bu sürecin sıradan bir barış projesi olmadığını, toplumsal karşılığının yanı sıra Türkiye’nin bölgesel duruşunu etkileyecek önemde olduğunu yaşadığımız her gelişme bir kez daha karşımıza çıkarıyor.
Ancak tüm bunların daha büyük bir üst başlığı var: Demokratikleşme ve özgürleşme.
Esasen çok büyük ve cesur adımlar attı Türkiye. Sadece geçtiğimiz yıl açıklanan reform paketi (30 Eylül 2013’te açıklanan Demokratikleşme Paketi) bile kelimenin tam anlamıyla devrim sayılmalı. Uygulamadaki aksaklıklar, yetersizlikler bir yana, atılan adımların bile heyecan verici olduğunu hatırlamakta yarar var.
Hatırlamak diyorum. Çünkü ne yazık ki pek çabuk unutuyoruz. Örnek mi? Nefret saikiyle işlenen suçların cezalarının artırılması, ayrımcılık suçunun kapsamının genişletilmesi, Şapka Kanunu gibi pratik değeri olmayan kanunlarla ilgili cezaların kaldırılması. Bu saydığım başlıkları hatırlayan var mı?
Peki ya şunları. Kişisel verilerin yasal güvence ile korunması, köy isimlerinin değiştirilmesi konusundaki yasal engellerin kaldırılması, öğrenci andına son verilmesi.
Belki bir parça güncel olduğu ve toplumsal hafızada ciddi bir karşılığı olduğu için kamuda başörtüsü yasağının kalkmasını hatırlıyoruz. Onu unutmamız da an meselesi !
Sanki tüm bunlar öylesine atılmış adımlar, sanki kim olsa yaparmış kabilinden işler ve en kötüsü de geçmişi unutulan başlıklar! Oysa her birinin yakın, ama çok yakın tarihte çok yakıcı öyküleri var.
Bu tür kazanımları kolayca unutmanın en kötü tarafı, yeni adımlar atma konusundaki kararlılığı da zayıflatması. Eğer tüm bunların adım adım birbirini besleyen bir özgürleşme hareketi olduğunu unutur ya da hafife alırsak, elde ettiklerimizi düşündüğümüzden çok daha kolayca kaybederiz.
30 Eylül 2013’te açıklanan paket elbette ilk demokratikleşme hamlesi değildi ve elbette sonuncusu da olmayacak. O gün Başbakan Tayyip Erdoğan paketi açıklarken şunları söylemişti: ‘ Açıklayacağımız paket, elbette Türkiye’yi bütün prangalarından kurtaracak, bütün tortuları temizleyecek bir paket değildir. Ancak bu istikamette, bu hedef doğrultusunda çok önemli bir aşamadır.’
Söz o günlere gelmişken, bu konularla ilgili emek sahibi olan kişi, kurum ya da kesimleri de kolayca unuttuğumuzu fark ettim. Sözgelimi Başbakanlığı bağlı Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı’nın (KDGM) bu alandaki rolü neredeyse hiç konuşulmuyor.
Doğrusu kurulduğunda bendeki izlenim, kamudaki gereksiz kurumlara bir tanesinin daha eklendiği yönündeydi. Bunun biraz ezberlere, biraz da sabırsızlığa bağlı olduğunu itiraf etmeliyim.
Oysa bu müsteşarlık şu anda sessiz bir güç olarak öylesine önemli işler yapıyor ki, bürokrasinin önemli bir bölümü ve medya farkında bile değil. Sadece iki örnek. Akil adamlar sürecinde, az önce hatırlattığım demokratikleşme paketinde KDGM çok önemli bir paya sahip.
Müsteşar Ulvi Saran’ı uzun yıllardır tanıyorum. Trabzonlu olmanın getirdiği sempatisinin yanı sıra bürokraside aldığı her görevde aynı şekilde sessiz ve kalıcı işlere imza attı. İki yıldır bu kritik görevde. Bürokrasiyi sadece bir mensubu olarak değil, entelektüel olarak da analiz eden çalışmalarının belki de zirve noktasını burada gerçekleştiriyor.
Unutan unutur, o herkesin kendi ayıbı. Bizi özgür kılan her adıma ve o adımların sahiplerine dair tarihe not düşmek vicdani bir sorumluluk.