Sanıyorum bu haftanın ekonomideki en önemli gelişmesi köprü ve otoyol özelleştirmesinin iptali oldu. Bu gelişmenin birçok açıdan ele alınması gereken bir yol ayrımı olduğunu düşüyorum. Biliyorsunuz, ihaleyi geçtiğimiz aralık ayında 5 milyar 720 milyon dolarla Koç-Ülker ve Malezlayı UEM Group’tan oluşan konsorsiyum almıştı. Tabii ki ilkönce bu konsorsiyumun nasıl bir araya geldiği, bu ittifakın arkasında ‘bir başka yönelim’ olup olmadığı tartışıldı ve bir yığın komplo teorisi ortaya atıldı. Ancak ekonomi her zaman bir başka nehirde akar, sanıyorum meseleye tam buradan bakmak gerekir. Burada ihaleyi alan grupların kimliğinden ziyade, siyasi iradenin bu konudaki tavrı önemli. Bir kere hükümetin 2013 özelleştirme hedefleri konusunda oldukça rahat olduğunu söyleyelim. Çünkü 2012 özelleştirme gelirleri, 2013 başında Hazine’ye tahakkuk ettirildi. Ama bundan da ayrı olarak burada, bir çok konuda olduğu gibi, bir makas değişikliği olduğunu söylemeliyiz. Artık Türkiye, özelleştirme ‘sorunsalına’ bir yağma ve servet aktarımı mekanizması olarak bakmıyor. Eskiden olsaydı bırakın -yetersiz fiyat yüzünden- bir özelleştirme iptalini, özelleştirme ihalesi olmadan ihaleyi kimin kazanacağı ve yoluna nasıl devam edeceği belli olurdu. Tabii buradan siyasi mekanizma ve bürokrasi de payını alırdı. Çok şükür burayı geçtiğimiz anlaşılıyor, bu sevindirici. Ancak, tartışmamız gereken, özelleştirmelerin, piyasa mekanizmasını, siyasi olarak da demokrasiyi destekleyen bir yanının olup olmayacağı. Şu çok açık; bir ekonomide piyasaya girişler ne kadar açık olursa ve piyasacı rekabet ne kadar öne çıkarsa orada demokrasi ile sağlanan siyasi istikrar da o kadar öne çıkar. Bu anlamda özelleştirme oldukça yol gösterici bir alan. Örneğin devlet tekellerini doğrudan blok olarak özel tekellere devrediyorsanız burada çok büyük bir sorun var demektir. Şimdi köprü ve otoyol özelleştirmesi, fiyat düzeyi siyasi irade tarafından yeterli bulunmadığı için iptal edildi ama bu yetmez. Ayrıca bu özelleştirmede, otoyolları işletecek tekelin, keyfi fiyat ve benzer ticari yaptırımlarını, fiyat artışlarını sözleşme çerçevesinde sınırlayan 6001 sayılı Kanun’un önleyip önleyemeyeceğini de yeniden ele almalıyız.
Devletin işletme tekelini özel alana devrediyorsunuz, tamam ama burada iki önemli kurumsal yapının oluşması gerekir. Birincisi, piyasaya giriş serbestisinin her an olması ancak eğer piyasaya giriş serbestisinin fiziki sınırları varsa -köprü ve otoyollar gibi- burada da kamu adına piyasa denetim kurumlarının oluşturulması gerekir. Demek ki, hem piyasaya girişi ve piyasa denetimini oluşturacak kurumları sağlam temellere oturtmamız ve kurumsallaştırmamız gerekir.
Enerji alanına da böyle yaklaşmalıyız. Enerjide hem yerli kaynakların kullanımı, hem de alternatif enerji kaynaklarınının devreye girmesi ve burada piyasaya giriş serbestisinin sonsuz olması cok önemli. Örneğin Enerji Bakanlığı’nın Organize Sanayi Bölgeleri’nin (OSB) bağımsız elektrik üretmesinin yolunu açması ve burada lisans sınırını kaldırması da bu anlamda çok olumlu. Burada yerli ve alternatif enerji kaynakları devreye girerse Türkiye’nin milyarlarca dolar kazancı olur. İnanın bu cari açık tartışmaları da bitirir. Çünkü Türkiye’nin enerji maliyetinin çok büyük bir kısmını OSB’ler yaratıyor.
Londra artık dünyanın merkezi değil
Şimdi gelelim haftanın -bizce- ikinci önemli ekonomik gelişmesine; derecelendirme kuruluşu Moody’s İngiltere’nin Aaa olan kredi notunu bir basamak düşürdü ve Aa1 seviyesine indirdi. Görünümde negatiften durağana geldi. Moody’s bunun gerekçesi olarak, İngiltere’nin yüksek borçluluk oranını gösteriyor. Britanya, 1930’larda da yolun sonuna gelmişti ve o zaman altın standardı bitmişti. Şimdi ise yalnız para sistemi değil, çok şey bitiyor. Şunu söyleyebiliriz; Britanya, bir sömürgecilik mirası olarak elinde tuttuğu dünyanın finans (Londra) merkezi olma durumunu kaybediyor. Libor skandalının ortaya çıkması bunun başlangıcıdır. Ama Londra, şimdiye değin yalnız finansın başkenti değildi. Tarihsel olarak, ABD’yi de çekip çeviren dolayısıyla küresel düzenin akıl hocalığını yapan bir merkezdi. Şimdi bu çözülüyor. Bu merkezin ilkönce finanstan başlayarak Frankfurt olması için Almanlar ve Fransızlar çok uğraştı. Finans başkenti Avrupa Merkez Bankası’nın merkezinin olduğu, Frankfurt, siyasi merkez de Fransa topraklarındaki Strasbourg olacaktı. AB parlementosu, Frankfurt’un burnunun dibindeki Strasbourg’da boşu boşuna konuşlanmadı. Evet, Britanya yerini terkediyor, onu bu sefer ABD’de toparlayamaz. Ama Londra’nın yerine Frankfurt’un da geçemeyeceği belli oldu. Ben size en büyük adayı söyleyeyim: İstanbul. Ama bilmiyorum biz farkındamıyız, Merkel ve Sarkozy, Strasbourg’da ortak bakanlar kurulu toplantısı yaparak Frankfurt’u, Strasbourg’u başkent yapamadı ama biz de Ataşehir’i emlak cennetine dönüştürerek İstanbul’u küresel başkent yapamayız.